11 Kasım 2015 Çarşamba

Paris in Paris



sana seni anlatan bir kitap yazacak olsam eminim ki bunu Paris'de yapardım 
ve muhtemelen bu yazıda kitabın tam ortasına denk gelirdi
yani demem o ki, yine kitabın ortasından konuşurdum sana
ve sen yine anlamazdın beni...
hani okuyacağını bilsem şiir filan da olurdum
dolanıp dururdum ses tellerinin arasında

nefesine dokunmuşluğum olurdu en azından
ya da vücudunun erişilmez noktasında açılmış bir yara
kaşıdıkça kanayan, kanadıkça yinelenen bir yara

belki arada bir aklına gelirdim eskileri anardık
yadederdik çocukluğumuzda yaşadığımız o ağır kanamalı aşkları

ki aklın ana vatanı sayılırdı benim topraksızlığımın
kırk yıl düşünsen aklına gelmezdim senin de öyle değil mi?

bir objeyi ya da ne bileyim bir dişi kırılmış o pembe tokanı bile hatırlıyorken
ezbere biliyorken içimden kaçış noktalarını eksiksiz

beni görmezden gelirdin
hani çocukluk yıllarımızda bulmamak umuduyla
kaybettiğimiz oyuncaklarımız vardı ya
hani sırf o eski hazzı vermedikleri için vazgeçtiğimiz
gözden çıkardığımız ve yerlerine yenisini istediğimiz o plastik oyuncaklar
İşte artık o bile değilim ömründe
yani Hristiyan mezarlığındaki tek Müslüman mezarı ben olsam, İslami şartlara göre gömülsem, yine de fark etmeyeceksin beni...

"-gözlerin vazgeçince alın yazımdaki seyrüseferden, haliyle inciniyordu cebimde
sana hiç verilmemiş mektuplar..."

tek taş yakut ne kayberdi özünde sakladığı değerden, sen gidersen
hep bir gün halının altına süpürülme korkusuyla yaşıyordu
evinin zeminini kaplayan o pembe fayansların üzerinde aklım
-ki seninle hayallerimiz pembeleşmeyi bir türlü beceremeyen
o gri toz bulutlarını andırıyordu o vakitler
evet vakitler bir türlü geçmek bilmiyordu
günler geçmemek için direniyordu adeta
hiç bir yaşam belirtisi de yoktu (yürek) hanemde,
hatta rakının yanında balık bile iyi gitmiyordu
ama sen tanrının aramızı yapma çabalarına aldırış bile etmeden gidiyordun
ve ne yazık ki "kalmak" hiç bir anlam ifade etmiyordu ayrılığın tiradında
kalmak ancak gitmek isteyen kaldığında anlam kazanıyordu
oda bir yere kadar
 
bakma harflerinin iç içe girdiğine 
mutluluk bile bizde(n) ayrı yazılıyordu bu gezegende
ve intihar süsü veriyordu kirpiklerin, yüzümde kırılan hüznüme
ellerin acı meyvelerini toplamak için uzanıyordu gecenin dallarına
koparılan hep ben oluyordum senden..
yani kimi seversen sev, mutlaka beni terk ediyordun
aslında başka ne beklenirdi ki senin gibi bir kara kıştan
"yağmasa da gürleyen bir dünya"
ne zaman öpmeye çalışsam saçlarındaki rüzgarı
kırılıyordu düşümdeki rüya

-hep böyle taze kanamayı nasıl beceriyorsun ?
kime dokunsam sana kanıyorum...

 

pahalı bir fotoğraf makinesinin vizöründen, Eiffel Kulesi'ni izlemek gibiydi aşk, 
ki benim gözlerimin kadrajı sadece senin güzelliğine odaklıydı bir zamanlar 
merak etme tanrının refakati ile yazıyorum bu mektubu sana
bizzat onun ricası ile hatta
 
dönüp anılara bakıyorum da çok hızlı geçiyor zaman
oysa daha dün gibi hatırlıyorum "hoşçakal..." değişini
ve benim su gibi gidip gelesin diye arkandan döktüğüm gözyaşlarımı...
daha dün gibi hatırlıyorum dün oluşunu...
alışırsın demiştin
haklıymışsın meğerse alışıyormuş insan herşeye zamanla
yaşamaya bile alışıyor insan, ölmek ne ki? 
bir sigara içimlik zaman 
ölmek paslı bir tren rayında uyuya kalmak, 
ölmek cesur ve ahmak
ölmek korkutmuyor beni sensizliğin yanında 
ama nedense biraz itici geliyor hepsi bu...

merak etme iyiyim, sadece biraz intihara meyilli cümlelerim
şimdi biliyorum senin beynin biraz küçüktür
 
mutlaka bir köşesinden geçerim
sen de beni hatırlama gafletine düşersin
senin de yakana yapışır arada bir yaşanmışlıklar
o zaman beni anlarsın 

üzülme sakın! sana yazdıklarıma elbet sen de bir gün bir yerde rastlarsın
ama lütfen okurken dudakların eskisi gibi ıslanmasın
isterim ki benden sonra öpüştüğün o çocuk,
aşkımızın tadını dudaklarından almasın 

GÜNGÖR KAYA

8 Kasım 2015 Pazar

İçeride

Güney Afrika'daki Apartheid rejimi tarafından cezaevinde katledilen Steve Biko ve diğerleri gibi, tutukluluk ve sorgulama esnasında "intihar eden" veya  başına olmadık "kazalar" gelenler için yazılmış bir Christopher van Wyk şiiri. Son derece ironik bir dil kullanılmış.

dokuzuncu kattan düştü
kendini astı
yıkanırken bir sabuna basıp kaydı
kendini astı
yıkanırken bir sabuna basıp kaydı
yıkanırken kendini astı
dokuzuncu kattan kaydı
dokuzuncu kattan asıldı
yıkanırken dokuzuncu kata basıp kaydı
kayarken bir sabundan düştü
dokuzuncu kattan asıldı
kayarken dokuzuncu kattan yıkandı
yıkanırken bir sabundan asıldı...

Defneler Ölmez

 
Bir mevsim var ki üşütür yeşilliğimi 
Ben geceyle gündüzü bilirim yılları değil 
Ölümsüzlüğü getirdim kıyılarınıza 
Düşlerimde hep uzak denizler... Kıyılar... 
Gidemem, bağlıyım toprağıma 

Dalımla yaprağımla, ben 
Bir savaş simgesiyim oysa 
İnsan kardeşlerimin gözünde! 
Utkular düşleyen başlar için 
Bir çelenk!

Savaşlar, soykırımlar gördük 
İskenderler, Sezarlar 
Ne atlar kaldı onlardan, ne meydanlar... 
Gittiler, yıkılıp birer birer 
Biz kaldık 
En kıraç topraklarda tutunduk 
Biz defneler 

Dal kırılır, yaprak dökülür 
Ölür mü acılara katlanmasını bilenler 
Direnenler tüm kırımlara karşı... 
Ölmez sevgiden yana olanlar 
Defneler ölmez! 
RIFAT ILGAZ 

Kamp Armen: Soykırım, İnkâr ve Gasp Sürüyor!

19.05.2015


Restorasyonu 2011’de tamamlanmış olan Elazığ Habap Çeşmeleri belgeselinden, Elazığlı bir öğretmen anlatıyor: Hikâye odur ki; Ermeniler bastıkları köyün tüm halkını ahırlara doldurup gaz yağı döküp yakarmış. Öğretmen bu hikâyeyi merak etmiş, soruşturmuş. Demişler ki, “o burada olmadı, Erzurum’da oldu”; Erzurum’a gitmiş, “o olay burada değil, Van’da oldu” cevabını almış. Van’a gittiğinde ise, “burada değil, Muş’ta oldu” cevabını almış. Yani bizim öğretmen, işin içinden bir türlü çıkamamış.

Soykırım ve tehcirle beraber kendi öz yurtları olan Anadolu’dan koparılan Ermeniler, yıllar geçtikçe büyüyen bir nefretin de öznesi olmuş. Asırlarca bir arada yaşayan halklar birbirine düşman edilmiş, koca bir halkın adı küfür olarak kullanılır olmuş.
Geçen yıllar, Anadolu’da kalan bir avuç Ermeni için şüphesiz ki hiç kolay olmamış. Çocuklar ise, böylesi trajedilerde her zaman olduğu gibi yine en büyük yükün altına girmişler.
Ama onlar, o çocuklar, her şeye rağmen bir umut yeşertmeyi başarmış ve kendi emekleriyle bir Atlantis Uygarlığı inşa etmişler (Atlantis Uygarlığı Hrant’ın Kamp Armen’e verdiği isimdir).[1] Adına da Kamp Armen demişler.

1950’li yıllarda, Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi’nin bir bölümü, Anadolu’dan gelen kimsesiz ve yoksul Ermeni çocuklar için yetimhane olarak kullanılmaktaydı. Önceleri yetimhanede dört-beş çocuk barınırken, bu sayı kısa sürede altmışlara ulaşmıştır.
Okul döneminde Gedikpaşa İncirdibi Protestan İlkokulu’na devam eden çocukların yazın yapabilecekleri hiçbir uğraş yoktur. Ailesi olup yazın memleketine giden çocuklar ise, yaz bitiminde Ermeniceyi unutmuş halde geri dönmektedirler.
İşte bu sorunların ortadan kalkması için çocukların yazın da kalabilecekleri bir kamp kurma fikri oluşur.
1962 yılında, Tuzla’da uygun bir arazi bulunur. Arazi sahibinden satın alınır, gerekli tüm izinler alınır ve kilise adına tescil ettirilir. Böylelikle Kamp Armen, yoksul ve kimsesiz Ermeni çocukların kullanımına açılmış olur.
“Kullanıma açılma” derken, kampın tamamında çocukların da emeği vardır. Çocuklar ustalarla beraber çalışır, denizden kum çekerler, kuyudan su çıkarırlar, harç kararlar.
Hrant’ın sözleriyle, “Üç yıl şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık. En kısa boylularımızdan biri olan ‘Kütük’ (Zakar’a böyle hitap ederdik) bir başına çimento torbasını kucaklayıp çatıya kadar çıkarabiliyordu.”

Burada geçen yıllar içinde tam bin beş yüz çocuk yetişir.
Ancak 1979 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü mahkemeye başvurarak Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’nın elindeki tapunun iptal edilmesini ve eski sahibine geri verilmesini ister. Dava sonunda, kamp arazisi vakfın elinden alınıp eski sahibine geri verilir.
Yani kampın eski sahibi, yıllar önce boş olarak sattığı araziyi, beş kuruş ödemeden, üstünde kurulu olan kamp tesisleriyle birlikte geri almış olur.
Zaman içinde birkaç kez daha el değiştiren kamp, şu anda terk edilmiş ve harap bir vaziyettedir. Vakfın 2000’li yıllarda ve 27 Ağustos 2011 tarihli kararname kapsamında yaptığı iade başvurularının tümü reddedilmiştir.

Kamp Armen, Tuzla’nın en değerli bölgesinde bulunuyor. Etrafında sadece villalar var, oysa eskiden çok geniş bir araziye sahipmiş ve çevresinde hiçbir yapı yokmuş. Keşke öyle kalsaymış, ama devletin örgütlü nefreti ve rant hırsı birleşince, gerektiğinde, bir avuç toprağın bile, hattâ koca bir ormanın bile yok edilmesine neden olabilir.
Şu an arsanın “yasal sahibi” (devletin gaspı yasal bir kılıfa uydurduğu unutulmasın) binaları yıkıp yerine villa yapmak istiyor. Yani yüzlerce yoksul çocuğun emeğinin ve hatıralarının üzerine konmak istiyor.

Kamp Armen’de 6 Mayıs’ta yıkıma geçilince insanların ortaya koyduğu direniş yıkımın durmasını sağladı. Şu anda görüşmeler devam ediyor, diğer taraftan ise bir dayanışma ortamı oluşturulmuş oldu. İnsanlar her gün ziyarette bulunuyor, forumlar ve çeşitli atölyeler düzenleniyor, gece kalan nöbetçiler var, hafta sonları ise bir şenlik havasında geçiyor.
Talep ise çok net: Kamp Armen Ermeni halkına iade edilsin!

Süreç devam ederken şunu da unutmayalım; dayanışma ve ortak mücadele ile buradan bir zafer elbette çıkarılabilir, zira biz bunu 2013 Haziran’ında Gezi Parkı’nda gördük. Kamp Armen, Gezi’de sergilenen büyük mücadele ve dayanışma bilincinin bir devamıdır.
 
Biz Devrimci Marksistler, hayatı sınıf perspektifiyle yorumluyor ve halklar arasındaki dil, kültür veya yaşam tarzı ile ilgili farklılıkların o toplum için ancak bir zenginlik kaynağı olabileceğini düşünüyoruz. Zira asırlarca bir arada yaşayabilen halklar bunu zaten bilmektedir. Birbirlerine saygı duymayı ve farklıklardan korkmamayı öğrenmişlerdir.
Ama toplumu yöneten egemenler, yani ezen sınıf, kendi sınıf çıkarları için savaşlar da çıkarır, halkları birbirine düşman da eder. Bunu yaparken ezilen sınıfın bireylerini kullanır ve savaşın nedenini din, milliyet, toprak vb. ardına gizleyerek anlaşılması zor bir hale getirirler.
Oysaki halkları birbirine düşman eden, bir halkı diğerine tabi bırakan, onu dilinden, kültüründen koparan bizzat sınıflı toplumun kendisidir. Halkların ancak tek bir düşmanı olabilir, o da ezen sınıf!

Getse Joğovurtnerun Baykarı!
Kamp Armeni Kantel Kantel Bidi Çıdank!
Kamp Armen Ermeni halkına iade edilsin!
Yaşasın halkların kardeşliği!



Notlar [1] Not: Kamp Armen’in tarihiyle ilgili bilgiler http://www.kamparmen.org/tr/ sitesinden alınmıştır.
Kamp Armen, “azınlıklara” ait olan ve devletin gasp ettiği tek mülk değildir. Ama bu konu başlı başına bir yazıyı hak ediyor.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri

Yılmaz Güney henüz 19 yaşındayken 1956 yılında Onüç dergisinde yayınlanan bu öyküsünden dolayı “komünizm propagandası” gerekçesiyle yargılandı. 1961 yılında 18 ay hapis ve Konya’da 8 ay sürgün cezasına çarptırıldı.

Eser, Güney Yayınları'nın izniyle Yansıma Sosyalist Edebiyat Dergisi’nin 1.sayısında (Ocak-Mart 2005) yayınlanmıştır.




“Yok,” dedim. “Olmaz” dedim. Sinekli Park’ın gölgeli karanlığında “olmaz”lar, gölgelerin çengelli uçlarına asıldı, “olur” oldu. Soğuk soğuk eller uzandı karanlığa. “Kaybettin” dediler. “Bunu da kaybettin.” Üçlü karanlık sekizleşti.

“Seni kaybetmek istemiyorum” dedim yavaşça. Küçük çıplak ayaklarını havuzun sularına bıraktı. Bilinçsiz çemberler türedi. Kınalı ellerini birbirine kavuşturdu. “Öyleyse iki lira ver” dedi. Gözlerini yumdu. Kirpikleri göz boşluklarını gölgelendi. Dudaklarını büzüştürdü. Uzattı. Uzandım. Dokunmaya korktum sonra. Çekildim. “Yok” dedim. “Olmaz. Seni böyle düşünmek istemiyorum.” Gözlerini açtı. “Nasıl istersen, peki. Sana, namuslu pozları mı takınayım yani?” Bir hoş oynattı kalçalarını. İçimde bir diklenme oldu. “Hani beni olduğum gibi seviyordun? Sana yine söylüyorum. Ben orospuyum.” Diklenmem yavaş yavaş eridi. “Şu arabada gördüğün kızla oğlan var ya, iki lira verirsen sen de onlar gibi yaparsın.” Utandım...

Gerçekleri kabullenemiyorum. Beni iki liram için öptüğüne de inanamıyordum bir türlü. İnanasım gelmiyordu. Onun annemden, ablamdan fakı yoktu. Annem de babamla kırıştırırken aynı şekilde küçülüyordu. Yüzleri bir başka değildi onlarınkinden.

Kınalı ellerini tuttum. “Bak bana” dedim. Baktı. “Benden para isteme” dedim. “Para isteyince seni küçültüyorum gözümde.” Yüzüme değişik bir anlam verdim. “Yanlış anlama.”
Kalçasını eski yerine koydu. “Daha neler... Başka ne yapıyorsun?”
“Beni sevmiyorsun diyorum.”
“Paran oldukça severim seni. Hoş, parlak bir çocuksun. İyisin de ama; senin güzelliğin, iyiliğin benim işimi görmez. Ben, sennen, onnan yatmazsam aç kalırım. Sen bennen yatmazsan da olur. Hizmetçi kız var evde. Onu sıkıştırırsın. Gördüm geçen gün. Kalçaları falan dolgun. Baban bulmuştur diye düşündüm. O da olmazsa ellerin var. Gençsin. Kimse ayıplamaz.”

İneklerine karpuz kabuğu toplayan ihtiyar kadının sepetinden bir kabuk çıkardı. Son kalan kırmızıları kemirdi. Bir tane daha çıkardı. Elime sıkıştırdı. Alay edercesine güldü. Islak bir soğukla ürperdim. “Verecek misin?” diye mırıldandım. Bu arada başka şeyler düşündüm. Örneğin kalkıp gitmeyi. Kadına sövmeyi. Kırıtarak güldü. “İki lira verirsen hemen” dedi. Eliyle boş, eski bir yük arabasını gösterdi.

Kendime çok bilmiş bir insan süsü vererek, “Böyle yapmasan olmaz mı?” dedim. “Ne güzel işin var. Çalışıyorsun.”

Bir an gözlerimin içine baktı. Sonra dudaklarını bükerek konuştu. “Ne verirler fabrikada bana biliyor musun? Bu parayla geçinilir mi diye düşündün mü hiç? Babanın iki günde aldığını ben bir ayda alıyorum. O da ne çabayla. Fabrikada oğlanlar ellemedik yerimi bırakmazlar. Helaya gidecek olurum, yakalarlar. İlle de isterim diye tuttururlar. Ben de insanım. Benim de canım çok şey ister. Ben de ev kadınları gibi giyinmek, süs yapmak isterim. Güzel güzel şeyler yemek ister canım. Ama yok işte. Yokluğun gözü kör olsun. Ne yapalım; bir kere fakir doğmuşuz anamızdan. Fakir doğmak suçunu işlemişiz. Bunu yapan Allah ne zaman görecek bilmiyorum.” 

Birinci şahıs rolünü oynayan oyuncu arkasına dönüp sümkürdü. O benim işte! “Söylediklerim yalan mı, yalansa yalan de.”
“Sana bir ev tutsam gelir misin benimle? Ne istersen alırım. Benimle kal yeter.”
“Çocuk... ah... Benim aptal yavrum.” Bu sözler bir anne gibi söylenmiştir. “Şimdi ateşlisin.” Şimdi de çok bilmiş gibi konuşuyor. “Yaşın üçük diye kerhaneye gidemedin, nasılsa param var dedin. Şu karıya bir ev tutar, ateşim sönene kadar koynunda kalırım dedin” Birinci şahıs; yani ben; bunları bildiğine hayret ettim. Bu anlamı yüzüme vermek için biraz zorluk çektim. “Sonra kıçıma tekmeyi atar gidersin.”
“Böyle söyleme.”
Çocukça bir üzüntü kapladı yüzümü.
“Ne söyleyeyim ya? Tırnaklarını ışığa tuttu. “Peki sennen geliyom mu deyim? Ben sizden değilim.” Dudaklarımın yanlarında çizgiler belirdi. “Sizin toplumunuzun insanları ayarında değilim. Bunu sen de biliyorsun. Bak, herkes bir tutulsaydı, söyledikleri olurdu. Ben de seve seve yapardım. Kimse de beni kınamazdı. Ama şimdi herkes seni ayıplar. En başta baban. Duyduğu gün paranı keser.”

Kalktı. Bakışlarımız çakıştı. Yüzünü buruşturdu. “İyi çocuksun,” dedi. “İnsanlar hep senin gibi olmazlar. Herkes, bu ayrıntıları kaldıramaz ki ortadan. Kaldırsalardı, cennet olurdu buraları. Cennet.”
“Dur nereye gidiyorsun?”
Parmağını karanlıkta bir sarıya uzattı.
“Bak şu sarı oğlana,” dedi. “Beni çağırıyor.”
Ben de ayağa kalktım. Oturmaktan yorulmuştum zaten. “Ona mı gidiyorsun? O basit bir işçi...”

İğrenerek baktı. İyice iğrenememişti. Yüzü daha bir buruştu. Yapmacıklı bir sinirle, “Siz böylesiniz işte” dedi. “En iyiniz bile böyle. Kendi çıkarlarınız için neler yapmazsınız. İşçiymiş. Basit bir işçiymiş!” Seyircilerin durumunu da görmek istiyordu. “Ben de işçiyim. Beni basit görmezsin değil mi? İşine yararım. Keyfini getiririm; doğru değil mi söylediklerim?” Söyledikleri doğruydu. Birinci şahıs doğru demiyordu. “Ah domuzlar sizi. Domuzlar. Bir gün hepinizin topunu attıracaklar ya; dur bakalım ne zaman!” (*)

Boş bir arabaya yöneldiler. Sarı oğlan kadının beline doladı kollarını. Ben kendimden utandım. İnsanlar ayrıntısız olmalıymış. Bunu orospu dediğim kadın söyledi. İnsanların hep bir olması gerekliymiş. - Birinci şahıs rolünü oynayan adam; rolünün çok zor olduğunu düşündü. “Zengin bir çocuk rolü oynamak ne zor,” dedi.

Seyircilerden kimse oyunu alkışlamadı. İkinci perdeyi beklediler... Işıklar sönünce perde açıldı. (**)

Enver Karagöz'ün Ardından


Sesini kaybeden ülke...

"Ey Anadolu! Seni çok seven bir evladın geldi geçti bu dünyadan! Haberin oldu mu?" diye soruyor Kemal Yalçın; Enver Karagöz'ün ardından yazdığı yazıda...
Haberiniz oldu mu gerçekten?
Dün Almanya'da toprağa verildi "Enver Hoca"...
Tanır mıydınız?
* * *
Bu köşede bir kez söz etmiştim ondan...
İki yıl önce... 12 Eylül'ü anımsarken...
Artvinliydi. Artvin'de öğretmendi. 68'liydi. TÖB-DER'liydi. Devrimciydi.
Edebiyat sevdalısıydı. Mitinglerde Nâzım'dan şiirler okurdu. Gür sesliydi.
12 Eylül'de eşiyle birlikte gözaltına alınmış, Erzurum'a götürülüp işkenceden geçirilmişti.
Konuşmadı orada...
Arkadaşlarının isimlerini istedikçe işkencecileri, kıstı meydanlarda çınlayan gür sesini...
Sustu.
Ve suskunluğunun bedelini ebediyen suskunluğa mahkûm edilerek ödedi.
Ağır bir işkencenin ardından, baygın halde yatarken dudaklarını araladılar ve mısra mısra gürleyen boğazından aşağı kaynar su döktüler.
"Hadi bir daha oku da görelim, o komünistin şiirlerini" dediler.
Okuyamazdı artık...
Yanmıştı ses telleri...
Sesini yitirmişti.
* * *
Gırtlak kanseri oldu Enver Hoca...
Hapisten çıkınca Almanya'ya iltica etti.
Tedavi oldu, kanseri yendi.
Ancak sesine kavuşamadı bir daha...
Eşinin, çocuklarının, dostlarının desteğiyle yazarak sürdürdü sessiz haykırışını...
Yurt özlemiyle, sürgün yazıları, şiirleri yazdı.
Sonra gün geldi, uzun hukuki mücadelelerin ardından, 18 yıl sonra döndü ülkesine...
2004 yılıydı.
12 Eylül'ün üstünden neredeyse çeyrek asır geçmişti. Memleket çok değişmişti.
Kemal Uzun'a anlattı dönüş hikâyesini...
İstanbul'a inmiş uçağı...Pasaport kontrolündeki polis "Bizimle geleceksiniz" demiş. Terörle Mücadele Şubesi'ne götürülmüş. Elini, gözünü bağlamışlar.
Sonra biri gelmiş. "Açın gözünü" demiş.
Açmışlar.
"Tanıdın mı beni?" diye sormuş.
Tanımış.
Erzurum'da boğazına kaynar su döken adammış.
Geçen çeyrek asra rağmen 12 Eylül'ün bitmediğini orada anlamış.
* * *
Salıverildikten sonra Artvin'e, Şavşat'a gitmiş, memleketiyle hasret gidermiş Enver Hoca...
En son, 2 ay önce Hrant Dink'in öldürülmesini protesto için düzenlenen mitingde dostlarıyla berabermiş.
70 model yeşil parkası içinde "Hepimiz Hrant'ız" diye haykırmış sessizce...
Ve 59 yaşında hayata veda etmiş, birkaç gün önce...
Dün Köln'de cenazesi vardı.
Ailesi, dostları, yoldaşları yanındaydı.
Cenazede 12 Eylül mültecilerinin kulaklarında, Kemal Yalçın'ın "Boşuna Değil" şiirinden dizeler çınladı:
"Boşa gitmedi yürünen yol,
işlenen nakış,
ekilen tohum.
Boşa gitmedi
ölümden genç bir gülücükle gizlenerek
sokaklara yazdığımız nehir şarkıları.
çekilen acı,
dökülen ter
ve zeytin dallarına asılı kalan şafak
boşa gitmedi!"

Can Yücel'in Milliyet Gazetesi'ndeki 05.04.2007 tarihli yazısı.


2 Kasım 2015 Pazartesi

IL QUARTO STATO

İtalyan ressam Giuseppe Pellizza da Volpedo'nun (1868-1907) muazzam eseri. 
Il Quarto Stato (Dördüncü Kuvvet) sınıf mücadelesinin en önemli sembol eserlerinden biri olarak kabul edilmiştir, hala da öyledir.

"Dördüncü kuvvet" kavramı proletarya için kullanılan ifadelerden biridir. Eserde grevdeki işçilerin yürüyüşü resmedilmiştir. 1901 yılında tamamlanan bu eser üzerinde Volpedo 3 yıl çalışmıştır. Ancak düşünsel olarak 10 yıllık bir çalışmanın ürünüdür. 
Eser şu an Milan'da bulunan Museo del Novecento'da sergilenmektedir.

Ek bilgi için şu sayfalar incelenebilir;
http://www.milanmuseumguide.com/il-quarto-stato/
http://www.milliyet.com.tr/-bu-resim-tum-halklarin-tercumani--gundem-2118120/

 Eser, Neo Empresyonizm tarzında.
Boyutları; 293 cm × 545 cm

30 Ekim 2015 Cuma

“Sol” Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı - Notlar ve Yorumlar

29.10.2015

Lenin’in “Sol” Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı adlı eseri Nisan-Mayıs 1920’de yazılmış olup ilk olarak Haziran 1920’de bir broşür halinde yayınlanmıştır. Bolşevik deneyimlerinden yola çıkarak devrimci parti ve örgütlenme konularına eğilen en önemli teorik metinlerden biridir

Lenin, 1917 proleter devriminden bu kitabın yazılmasına kadar geçen iki buçuk yıllık iktidar döneminde Bolşeviklerin özellikle iki konuda başarılı olduğunu belirtir;
  • Parti içi sıkı disiplin ve merkezileşme
  • İşçi sınıfına önderlik edebilme ve ardından sürükleyebilme becerisi
Bolşeviklerin devrim yürüyüşünde, sürecin doğrusal olarak, yani devrimci dalganın sürekli bir yükseliş halinde seyretmediğini görüyoruz. 1905 Devrimi ile 1917 Bolşevik Devrimi arasındaki süreçte, gerici dönemler ile karşılaşılmış, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı yaşanmış, çarlık ve burjuvazinin karşı saldırılarına maruz kalınmış, bir taraftan da II. Enternasyonal’ın “ahmakları” ve Rusya’daki çok parçalı sosyalist hareketin diğer unsurları ile mücadele edilmişti. Lenin bu konuda şu vurguları yapar:
  • Yalnızca saldırı değil, gerektiği zaman düzenli bir şekilde geri çekilme, uzlaşma ve anlaşmaların gerekliliği.
  • Parlamento, sendikalar, kooperatifler vb. örgütlerin en gerici olanlarında bile faaliyet yürütme.
  • Yasal ve yasadışı mücadele biçimlerini birleştirme.
Devrimciler, gerici sendikalarda da çalışma yürütmelidir. Sadece sendikalarda değil, siyasi niteliği olmayan işçi ve köy dernekleri gibi örgütlerde de bulunmak gereklidir, çünkü bu tip yapılar aracılığıyla kitlelerin durumu birebir gözlenebilir, onlarla ilişki kurulabilir ve mücadeleye çekilebilir. Lenin bu gericilikten korkma veya uzak durma durumunu aptallık olarak niteler ve bunun aslında kitleleri yeni bir hayata çekme rolünden korkmak olduğunu söyler.

Benzer şekilde, burjuva parlamentolara katılmaktan da çekinmemek gereklidir. Bunu kesin olarak reddeden sol komünistlere göre; “parlamentarizm miadını doldurmuştur”. Lenin ise, “miadını doldurma” ile “pratikte aşmak” arasında uzun bir yol olduğunu belirtir. Kitlelerin büyük bölümünün parlamentarizmden yana olduğu, bununla kalmayıp karşıdevrimci olduğu bir dönemde, devrimcilerin parlamentoyu reddetmelerinin “tehlikeli bir hata” olduğunu ifade eder. Ayrıca burjuva parlamentoların neden dağıtılması gerektiğinin kitlelere anlatmanın en iyi yolunun yine burada faaliyet yürütmekten geçtiğini belirtir. Burjuvazi için bir koltuk kapma ahırı olan parlamento, komünistler için kitlelere ulaşma aracı olarak pekâlâ kullanılabilir.

“Burjuva parlamentoyu ve diğer bütün gerici kurumları dağıtmaya gücünüz yetmediği sürece, bu örgütlerin içinde çalışmak zorundasınız, çünkü tam da buralarda hala papazlar tarafından kandırılan ve kır hayatının koşullarından ötürü aptallaştırılan işçiler vardır. Bunu yapmadığınız takdirde lafebesi gevezelerden başka bir şey değilsiniz demektir.”
Başka bir bölümde ise;
“Bu tip faaliyetlerin (gerici örgütlerde de bulunma) ne kadar gerekli olduğunu anlamayanlar ile bağları hiç tereddütsüz kopardık.”

Boykot konusu da aynı başlıkta değerlendirilebilir. Lenin’in tanımından yola çıkarsak, Türkiye’de, her seçimde gözü kapalı boykot çağrısında bulunan örgütler, açık ve net olarak “sol komünisttir”..! Kendini Marksist-Leninist sayan bu örgütler Marksizmin temel doğrularından nasıl uzak olduklarını bu tavırlarıyla ispatlamaktadır.

Yukarıda belirtildiği üzere; “burjuva parlamentoyu dağıtmaya gücünüz yetmediği sürece, orada çalışmak bir zorunluluktur”. Aynı şekilde seçimleri boykot ederek bir fark yaratamıyorsanız, o zaman boykotunuz tamamen anlamsız olacaktır. Yani kuru kuruya boykot demeyip kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir alternatif göstermeniz gerekir. Örneğin işçi meclisi, sovyet vb. Diğer türlü boykot çağrıları kitlelerin gözünde hiçbir somut anlamı olmayan, sol radikal söylem olup kalacaktır.

Sol komünistler, yasal faaliyetleri genel olarak oportünizmle eşdeğer tutar, zira burjuvazi, işçileri en çok yasal alanda aldatmaktadır. Burjuvazinin en çok yasal alanda aldattığı doğrudur, fakat burjuvazinin kullandığı tüm yöntemler aynı zamanda ona karşı da kullanılabiliyor olmalıdır. Yani yasadışı faaliyetler elbette ki gereklidir, hattâ mecburidir, ancak yasal faaliyetleri küçümseyen, yasal alandaki kazanımları reddeden bir örgütün fazla bir yol alması mümkün olmayacaktır.

Bazı sol komünist unsurlar, (I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Almanya örneği) parti ilkesinin ve parti disiplininin reddine varan yaklaşımlarda bulunmuşlardır.
Lenin bu konuyu şöyle yorumlar: “parti ilkesini reddetmek kapitalizmin çöküş arifesinden sosyalizmin alt veya orta değil, üst aşamasına atlamaktır.”
Bu tip bir reddiyecilik anlayışı fazla yoruma bile gerek bırakmamaktadır. Şüphesiz ki; temeli sağlam olmayan bina ilk fırtınada yıkılacaktır.

Sol komünist hezeyanlardan bir diğeri ise; “her türlü uzlaşmanın ilkesel olarak reddedilmesidir”. Lenin bu tavrı tek kelimeyle mahkûm eder: Çocukluk!
Uzlaşma olarak değerlendirilebilecek bir olayı gözü kapalı reddetmeden önce somut koşullar iyi bir şekilde tahlil edilmelidir, zira iyi silahlanmış bir düşmanın karşısında saldırı kadar; uzlaşma, anlaşma ya da geri çekilme gibi taktikler de mutlaka gerekli olacaktır. Aksi takdirde, savaşın galibi zaten bellidir. Bu durum elbette, her türlü uzlaşmanın koşulsuz kabul edilmesi anlamına gelmemektedir. Devrimci Marksist teoriyi doğru bir şekilde anlamış ve sıkı disiplinle donanmış bir örgüt, mevcut koşulları proletaryanın çıkarına olacak şekilde yorumlayabilmeli ve karar alabilmelidir. Bunları yapamayan bir örgüt reformizmden ileri gidemez ya da kendini devrimci sayan lafazan oportünistler topluluğu olup çıkar.
Bununla beraber, koşulların her ülkede ve her dönemde aynı olacağını düşünmek de saflık, hattâ cahilliktir. Böyle bir reçete arayan “tembel ve cahil” solcuların imdadına işte bu “sol komünizm” yetişmektedir.

Devrime ulaşacak bir kitle hareketi yaratmak oldukça çetin bir iştir. Sadece sol ajitasyonla ve propagandayla bunu yapmak mümkün olmadığı gibi kitlelerden uzak bir devrimci parti veya örgüt de mümkün değildir. Kitlelerin kendi başlarına devrimci örgütlere katılacaklarını ve devrimci mücadeleye soyunacaklarını beklemek kabul edilemez. Kitlelerin arasına karışmalı ve onlarla güçlü bağlar kurulmalıdır. Sıkı bir örgüt disiplini ve programa sahip parti-örgüt, arasına karıştığı kitlelere doğrularını sabırla anlattıkça kendi güçlü kadrosunu yaratabilir.

Türkiye’deki birçok sol örgütün içinde bulunduğu “sol komünizm” bataklığı, örgütlerin kuru ajitasyondan öteye gidememesine, belirli mahalleler içinde sıkışıp kalmasına, kitlelere ikna edici somut öneriler sunamamasına ve bir şekilde örgütlediği üyelerinin bir süre sonra umutsuzluğa kapılmasına neden olmaktadır. Kitlelere öncülük edebilecek potansiyel kadrolar sol komünistlerin elinde maalesef ki eriyip gitmektedir.
Lenin şu ifadeleri kullanır:
“Bütün sınıf, geniş kitleler, öncüyü doğrudan destekleme çizgisine gelmeden ya da en azından öncüye yakın duran bir tarafsızlık içinde karşı tarafı desteklemeleri kesin olarak engellenmeden öncüyü son kavgaya sürmek yalnızca ahmaklık değil, aynı zamanda cinayet olur.”

Lenin “sol komünizmi” bir çocukluk hastalığı olarak niteledikten sonra, bu hastalığın atlatılmasının organizmayı daha güçlü kılacağını belirtir, zira yanlışlar elendikçe, doğrulardan kaçacak yer kalmayacaktır.

Bobby Sands


"Hayata Dönüş" Operasyonu



19.12.2007 (katliamın 7.yılında bir internet sitesi için yazdığımız kısa bir metin)

Resmi adı; Hayata Dönüş Operasyonu. Gerçek adı ise; 19 Aralık 2000 Cezaevi Katliamı!!!

20 Ekim 2000 tarihinde 48 cezaevinde 284 mahkum ölüm orucuna, 1249 mahkum açlık grevine başladı. Amaç; "terörle mücadele yasası"nın kaldırılması ve F Tipi cezaevlerinin yapımının durdurulmasıydı.
19 Aralık'ta devlet, 20 cezaevine eş zamanlı operasyonlar düzenledi. Operasyon için seçilen isim şuydu; “hayata dönüş”. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, kameralar karşısında şu açıklamayı yapıyordu; “devlet oraya hayat kurtarmak için girmiştir”.

10.000 güvenlik gücünden oluşan küçük bir ordu mahkumları "hayata döndürme"ye çalışıyordu. Bombalarla yapıyorlardı bunu, otomatik silahlar ve dozerlerle... Ama pek başarılı olamadılar. 2’si asker, 30’u mahkum toplam 32 kişi hayatını kaybetti. Yüzlerce yaralı ve sakat kalan da cabası... Ayrıca ölen asker Nurettin Kurt’un otopsisi sonucunda, bir askeri silahtan çıkan mermi ile öldüğü ortaya çıktı.

Bayrampaşa Cezaevi'nde operasyon koordinatörü olarak bulunan emekli binbaşı Zeki Bingöl, yazmış olduğu kitapta operasyon sırasında envanterlerinde kayıtlı olmayan yeni bir bomba tipinin kullanıldığını açıkladı. ABD'nin Irak’ta yeni silahlarını denediği gibi, TSK da yeni ölüm aletlerinin ilk pratiğini bu operasyonla yapmış gibi görünüyor. Yine Zeki Bingöl, operasyonun ardından hazırlanan tespit tutanağını tabur komutanı, cezaevi savcısı ve İstanbul cumhuriyet başsavcılarının imzalamaktan kaçındıklarını söylüyor ve buna şöyle bir sebep buluyordu: “belli ki DHKP/C’den korkuyorlardı”.

Adli Tıp raporuna göre, yanarak ölen mahkumların giysilerinde ve ciltlerinde yanıcı solvent maddelerin olduğu belirlenmişti. Bunun yanında aşırı dozda gaz bombası kullanılmasından mütevellit, bazı mahkumlar zehirlenerek can vermişlerdi. Ayrıca koğuşlarda patlamamış çok sayıda göz yaşartıcı bomba ve gaz bombası bulunmuştu ve bu bombaların üzerlerinde şu yazıyordu; “kapalı yerlerde kullanmayın” "bombayı insan ve yanan madde olmayan sahaya fırlat”.
Devlet için "insan" kavramı değişkenlik gösteriyor demek ki..!

Tutulan raporlarda çeşitli delillerin karaltıldığı belirtiliyordu ki, görevlilerin rapor düzenlemek için çeşitli koğuşlara girmelerine izin verilmemişti.
Operasyon sonunda 41 kadın mahkum tacize uğradıklarını, bazı mahkumlar da üzerlerindeki para ve değerli eşyaların kayıt tutulmadan alındığını yani yağmalandıklarını belirtti.

F Tipi cezaevleri hala var. 120’ nin üzerinde de şehit var.

Üstad Hasan Hüseyin Korkmazgil'in bir şiiri devletin ağzından yazılmış gibi;

bizde kurşun,
bizde ip,
bizde zindan çoktur yiğit.
sen bir garip emekçisin,
dava çalmak neyine…

Başka bir şiiri ise buna cevap gibi;

ekilir ekin geliriz,
ezilir un geliriz,
bir gider bin geliriz,
beni vurmak kurtuluş mu?..

Marksizm ve Cumhuriyet





Bu metin militan.net sitesinden alıntılanmıştır.

29.10.2015 | Harun YILMAZ


(...)

Cumhuriyet Kavramının Sınıfsal Anlamı


Cumhuriyet nedir? “Cumhuriyet halkın kendi kendini yönetmesidir”! İlkokuldan itibaren bize ezberlettirilen budur. Cumhuriyetin karşıtı da padişahlık ya da krallıktır, yani tek bir kişinin sınırsız egemenliğidir. (“Atatürk isteseydi padişah olabilirdi, ama olmadı!”) Kuşkusuz böyle bakınca cumhuriyet iyidir, padişahlık-krallık (monarşi) kötüdür. Peki, hepsi bu mu?

Sadece cumhuriyeti değil, herhangi bir olguyu değerlendirirken Marksistleri ayıran özellik sınıfsal kıstasları dikkate almalarıdır: Bu somut olgu burjuvazi açısından ne anlam ifade ediyor, işçi sınıfı açısından ne anlam ifade ediyor? Sınıflı bir toplumda sınıfsal çıkarları ifade etmeyen bir toplumsal gerçeklik olamaz. O halde, hangi sınıfın yararına? Yoksa sınıflar üstü mü? Cumhuriyet gibi burjuva çağa ait olan, esasen kapitalizmde ortaya çıkmış bir kavramdan bahsederken bu sınıfsal yaklaşım çok daha zaruridir.

Marx cumhuriyet konusunda da böyle yapar. Diğer birçok konuda olduğu gibi, Marxʼın cumhuriyet konusundaki görüşlerini de sistemli bir çalışma halinde serdettiği bir eseri yoktur, ama bu konuyla ilgili görüşlerini açıkça anlamak için yeterli veriler mevcuttur. Örneğin devlet mekanizması ve çeşitlilikleri hakkında en yetkin çalışması olarak bilinen Louis Bonaparteʼın 18 Brumaireʼi adlı kitabında şöyle der:

Parlamenter cumhuriyet, Fransız burjuvazisinin meşrutiyetçi ve orleancı iki kesiminin, büyük toprak mülkiyeti ile sanayinin, eşit haklara sahip olarak bir arada bulunabildikleri tarafsız alan olmaktan fazla bir şeydi.  Parlamenter cumhuriyet bu kesimlerin [burjuvazinin farklı kesimlerinin] ortak egemenliklerinin vazgeçilmez koşulu, onların genel sınıf çıkarlarının, hem bu ayrı ayrı kesimlerin, hem de toplumun bütün öteki sınıflarının taleplerine egemen olabileceği tek devlet biçimiydi.[1]

Neden? Meselenin hem burjuvazi cephesinden, hem de sömürdüğü işçi ve emekçiler cephesinden değerlendirilmesi gerekir.

Öncelikle, burjuvazi açısından bakalım. Burjuvazi tam da bir sınıf olmasından ötürü sömürdüğü işçi sınıfı karşısında yekvücuttur; düzenini tehdit eden bir durumda ulusal, dini, askeri vb. ayrımları bir kenara atarak birleştikleri malumdur. Fakat düzen sürekli tehdit altında değildir ve burjuvalar da sürekli bir paranoya içinde yönetmezler. Bu sınıfsal bütünlüğe karşın kendi içlerinde kıyasıya bir rekabet halindedirler ve kârları artırmanın yolu işçinin üzerine basmak olduğu kadar, kapitalist rakiplerini de saf dışı etmektir.

Bu noktada, devlet iktidarında hangi kapitalistin ne derece söz sahibi olduğu fevkalade önemlidir. Bugün “yürü ya kulum” düsturuyla büyüdükçe büyüyen Ülker/Yıldız Holdingʼin durumuna bakmak bunu anlamak için yeterli olacaktır. Bu yüzden tüm gücün (yasama, yürütme, yargı, askeriye, polis vb.) tek bir kesimin elinde toplanmasındansa, zımni bir mutabakatla güç bölüştürülür ve kapitalistler arasında piyasada yürüyen rekabet devlet iktidarında söz sahibi olmak için de yürür. Burjuvazi açısından bunun tarihsel olarak bulunmuş ilk biçimi (ilk, ama tek değil) cumhuriyettir.

Peki, bu rejimin işçi sınıfı ve bir bütün olarak ezilenler cephesinden anlamı ve önemi nedir?

Kapitalizmin gelmiş geçmiş en eşitsiz toplum olması, bu açığı kapamak adına belli tavizleri şart koşar. Kapitalizm öncesi sistemlerde hem üretim araçlarının gelişim seviyesinin bugünkü kadar ileri olmamasından ötürü ezen-ezilen arasındaki uçurum bugünkü kadar fazla değildi, hem de bu toplumlarda –kitlelerin genel eğitimsizliği ya da cehaleti de dikkate alındığında– ekonomi-dışı zor, öncelikle de dinî ikna (“o benden fıtratı bakımından üstün; o lord, ben serfim; o hazret, ben reaya, yani sürüyüm”) bu görevi az çok görüyordu.

Oysa karşıtlıkların bu denli açık bir şekilde ortaya serilmiş olduğu, ama nitelikli işgücü ve pazardaki malları satma ihtiyacından ve de merkezileşmiş bir sistemde ezilenlerin patlamalı mücadelelerinin engellenememesinden ötürü vb. emekçi kitlelerin tam bir cehalet içinde bırakılamadığı bir sistemde, kitlelerin dönemsel başkaldırılarının önüne geçmek için bir emniyet supabına ihtiyaç vardır. Kitlelerin karşı çıkışlarının sistem dışına taşmasını engelleyecek, öfkelerini düzen içinden bir kişiye ya da partiye kusup başka bir burjuva adaya (“temiz gömlek”) yönlenmelerini sağlayacak bu sistemin yürürlükte olduğu sistem burjuvazi açısından en hayırlısıdır. Leninʼin sözleriyle,

“Zenginlik”in mutlak iktidarının demokratik cumhuriyette daha emin ellerde olmasının bir diğer nedeni de, siyasi mekanizmadaki münferit kusurlara ya da kapitalizmin çürük siyasi kabuğuna bağımlı olmamasıdır. Demokratik cumhuriyet, kapitalizm için mümkün olan en iyi siyasi kılıftır ve bu nedenle sermaye bu en iyi biçimi ele geçirdikten sonra, iktidarını öyle sağlam, öyle güvenli bir biçimde kurar ki, burjuva-demokratik cumhuriyetteki hiçbir kişi, kurum ya da parti değişikliği bu iktidarı sarsamaz.[2]

Mutlaklaştırmadan konuşacak olursak, emekçiler için de bu sistem en iyisidir, zira sınıfsal çıkarları kapitalist toplumun (ister monarşi, ister cumhuriyet biçiminde olsun) tümden kaldırılmasından yana olan proletaryanın örgütlenmesi ve ajitasyon-propaganda yapması için en uygun koşulları sunar. Zaten tam da bu nedenle Marksizm’in kurucularında yer yer cumhuriyete olumlu anlam yüklendiğini görürüz.

Burada esas sorun, işçi sınıfı için sosyalizm kurulana kadar en uygun koşulların (sadece yaşamak için değil, mücadele etmek için de en uygun koşulların) olduğu bu rejimin sadece cumhuriyetle mi mümkün olduğudur.

Marx ve Engelsʼin Cumhuriyet Anlayışı


Her şeyden önce Marx, Engels ya da Leninʼin cumhuriyet konusunda olumlu görüşler belirttiklerini bir kez daha belirterek başlayalım, her ne kadar Marx “[burjuva] cumhuriyet, tüm kralcı hiziplerin ortak terörizminden … [burjuvazinin] sınıf egemenliğinin ortak teröründen başka bir şey olamaz”[3] demiş olsa da!

Neden olumlu bir vurgu? Elbette çok daha somut bir nedenle: Marksistler cumhuriyet derken, geçmişten bu yana, genel olarak burjuva demokrasisini, yani burjuvaziyi devirmek için (ve devirene kadar) daha uygun koşulları, siyasal özgürlük ortamını kastetmişlerdir. Genel oy hakkı, ifade (yani, toplantı ve örgütlenme) özgürlüğü, kapsamı her dönem genişleyen bireysel haklar ve sair. Cumhuriyet tarihsel olarak bu hakların cisimleşmesi olarak görülmüş ve burjuva ideologları da bu yolda epey çaba harcamışlardır.

Bu görüşün kökeninde 1789 Fransız Devrimi, yani Fransız burjuva devrimi vardır. Burjuvazi eski toplumu yıkmak adına giriştiği mücadelede “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarına sarılmıştı. Burjuvazi aristokrasinin eşitsiz toplumu yerine kendi eşitsiz toplumunu kurmak istiyordu ve bunun için belli tavizler vermeye hazırdı; bu “hazır olma” durumu niyetlerden ziyade, kendi sisteminin yapısından kaynaklanıyordu, bu açıdan da “cumhuriyet“ adı altında kendi sınıf egemenliğinin gizlenmesini sağlayacak yanılsamalar uyandırıyordu.

Peki, Marksizmin kurucuları da bu oyuna mı gelmişlerdi? Elbette hayır! Marx, cumhuriyetçiliğin simgesi haline gelen Fransız Devrimiʼnin sloganlarının “sınıf ilişkilerinin yalnızca düşüncede kaldırılmış olmasına karşılık gelen”[4] bir slogan olduğunu açıkça söylüyordu. Fakat yine de cumhuriyet sloganı ilericiydi, çünkü o dönemde burjuvazi ilericiydi!

Marxʼa göre, sosyalizmin kurulabilmesi ve daha da öncesinde proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin netleşmesi için üretim araçlarının belli bir gelişim seviyesine ulaşması şarttı. Sosyalizm ancak nesnellik (üretim araçlarının gelişim seviyesinin insanlığın ihtiyaçlarından katbekat daha fazlasını sunacak maddi aşamaya ulaşması) ile öznelliğin (proletaryanın ve onun devrimci öncüsü olan partisinin siyasi müdahalesinin) bir birleşimi olarak kurulabilir. Marx ve Engelsʼin Alman İdeolojisiʼnde vurguladıkları üzere, üretici güçler insanlığın ihtiyacından da fazlasını karşılayacak nesnel düzeye ilerlemediği koşulda, “yokluk genel bir hal alır ve yoklukla birlikte zorunlu ihtiyaçlar için verilen mücadele yeniden başlar ve kaçınılmaz olarak eski pislik geri döner.[5] Bu yüzden, emperyalizm çağından önce, yani üretim araçlarının insanlığın ihtiyaçlarından daha fazlasını karşılayacak düzeye nesnel olarak ulaşmadığı (kabaca söylersek) yirminci yüzyıldan önce Marksistler kapitalizmin ilerici yönünü kabul ediyor ve bugünden farklı olarak egemenlerin iç meselelerinde de taraf oluyorlardı.

Monarşi-cumhuriyet ayrımının önemi burada devreye giriyor. Monarşiler o dönemde –İngiltere gibi istisnalar olmakla birlikte– oy hakkı ve diğer demokratik hakların var olmadığı tek adam diktatörlüklerini ifade ediyordu ve çoğu zaman da eski rejimle (kapitalizm öncesi rejimlerle) bağlarını tam koparmamış yönetimlerdi. Bunlara karşı mücadele kimi zaman burjuvazinin de dâhil olduğu üçüncü zümrenin eski rejime karşı topyekûn mücadelesine yol açarken, kimi zaman eski rejimle uzlaşan burjuvaziyi de karşısına alan işçi ve emekçilerin mücadelesi oluyordu. Ama her halükarda monarşiler kitlelerden müthiş bir tepki topluyor ve egemen sınıfların iktidarı kâğıttan kaleler gibi çöküyordu.

Marx ve Engelsʼin gözünde cumhuriyet, eski rejime karşı mutlak anlamda ilerici olan kapitalizmin feodal kalıntıları temizlemesi ve sosyalizme giden yolu açacak olan koşulları (büyük sanayi temelinde burjuvazi-proletarya karşıtlığını) yaratması bağlamında ilerici bir anlam ifade ediyordu. Yukarıdaki 18 Brumaire alıntısından da anlaşılacağı üzere, Marx burjuvazi için en iyi yönetim biçiminin cumhuriyet (burjuva demokrasisi) olduğunun farkındaydı – henüz burjuvazi bile bunun farkına varmamış olmasına karşın![6] Bu yüzden de Marx cumhuriyetten yana tavır alıyor, cumhuriyetçileri destekliyordu.

(...)
Yani mesele; sosyalizmin nesnel zemininin oluşması, proletaryanın burjuvaziyi devirmek için daha uygun koşullara kavuşmasıdır.

Marx kapitalizmin yerleşmediği ve dolayısıyla gericileşmek şöyle dursun, henüz ilerici rol oynadığı dönemde kapitalist biçimler ya da alternatifler arasında ayrım yapmakta ve birinden birine destek sunmakta haklıydı. Mesela, Marx aynı mantıkla kapitalist ülkeler arasındaki savaşlarda taraf tutuyordu. 1859 İtalyan savaşında, 1870 Prusya savaşında ve diğerlerinde Marx ve Engels taraf olmuşlardı. O dönem, tekrardan belirtelim, kapitalist toplumun henüz yükselişte olduğu ve burjuvazinin gerici feodalizm karşısında devrimci rol oynadığı bir dönemdi. Sosyalizmin güncelliği yoktu, proletarya tarih sahnesinde tam manasıyla yerini almamıştı. Bu yüzden esas ilerici güç yükselişteki burjuvaziydi. Lenin bununla ilgili olarak şöyle der:

Burjuvazi kendi bencil çıkarları gereği ulusal hareket ideolojisini körüklüyor ve bu ideolojiyi emperyalizm çağına, yani tümüyle farklı bir çağa aktarmaya çalışıyor. Oportünistler de her zaman olduğu gibi burjuvazinin terkisine biniyor ve günümüz demokrasisinin [sosyalizm kastediliyor–H.Y.] bakış açısını terk edip, eski (burjuva) demokrasisinin bakış açısına kayıyorlar. Eski (burjuva) demokrasisi döneminde Marx ve Engels hangi burjuvazinin başarısının arzu edilir olduğu sorununu çözmeye çalışıyorlardı; ılımlı bir liberal hareketin fırtınalı bir demokratik harekete dönüşmesini amaçlıyorlardı. Marx ve Engels kendi çağlarının, ilerici burjuva-ulusal hareketlerin ilerisindeydiler; bu tür hareketlere –ortaçağ temsilcilerini “çiğneyip geçebileceği” düşüncesiyle– itki vermek istiyorlardı. Tüm sosyal-şovenistler gibi Potresov da geriye doğru gidiyor, kendi çağından, günümüz demokrasisinden uzaklaşıyor ve eski (burjuva) demokrasisinin köhnemiş, ölü ve dolayısıyla içsel olarak yanlış bakış açısına atlıyor.[8]

(...)

Cumhuriyet Kavramının Tarihsel Seyri


Marxʼın da Engelsʼin de cumhuriyeti özel olarak savunulacak bir şey olarak gördüklerini kanıtlayacak bir veri yoktur. Nasıl olabilir ki? Engels değil midir, “ʻdemokratik bir cumhuriyette zenginlik, iktidarını dolaylı yollardan, ama çok daha güvenli bir şekilde icra ederʼ: İlkin ʻmemurları rüşvetle satın alarakʼ (Amerika), ikincisi ʻhükümetle borsanın ittifakıʼ yoluyla (Fransa ve Amerika)”[9] diyen? Onların en sadık takipçisi olarak Lenin değil midir, “Bugün, emperyalizm ve bankaların egemenliği, zenginliğin mutlak iktidarını ayakta tutmak ve hayata geçirmek için yararlanılan bu iki yöntemi de her türden demokratik cumhuriyette eşsiz bir sanat hâline getirecek derecede ʻgeliştirmiştirʼ” (a.g.e.) diyen? O halde?

Elbette mesele bununla bitmiyor, zira örneğin Engelsʼin şöyle bir sözü vardır: “Kesin olan bir şey varsa o da partimizin ve işçi sınıfının iktidara ancak demokratik cumhuriyet altında gelebileceğidir. Hattâ Büyük Fransız Devrimiʼnin de göstermiş olduğu üzere, proletarya diktatörlüğünün de özgül biçimi cumhuriyettir.”[10] Dahası Leninʼde de benzer bir vurgu görürüz: “Biz kapitalizm sınırları içinde proletarya için en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız, ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile halkın payına düşen şeyin ücretli kölelik olduğunu asla unutmamamız gerekir.”[11] Bunu açmamız gerekiyor.

Burada Marx-Engelsʼin ve dahası Lenin-Troçkiʼnin yaşadığı dönemde henüz tam olarak ortaya çıkmamış bir olgudan bahsediyoruz. Söylenenleri ve Marksizmin önderlerinin çizdiği teorik çerçeveyi bu yeni gerçekliğe uygulamamız gerekiyor. Lenin döneminde bile henüz tam olarak kendisini göstermemiş olan bu olgu cumhuriyetle-monarşi arasındaki tarihsel ayrımın silikleşmiş, hattâ tümden ortadan kalkmış olmasıdır. Burjuvazi uzun yıllara yayılan iktidarı sayesinde her iki biçimi de kendi ihtiyaçlarına en uygun yönetim biçimi haline getirmeyi öğrenmiştir; mühim olan ikisine de gerekli “sihirli” dokunuşları yapmasıdır. Marksistler için mesele biçim değil, içerik olduğundan biçime (“cumhuriyet” mi değil mi?) takılıp kalmamalıyız.

Bu noktada, Leninʼin düşünce çizgisini bugünle bağlantılı olarak takip etmekte yarar var. Mesela Lenin 1903ʼte şöyle der:

Herkes görüşlerini ve isteklerini ulusal temsilciler meclisinde, köylü komitelerinde ve gazetelerde özgürce ve korkmadan ifade etme hakkına sahip olduğunda, kimin işçi sınıfının yanında, kimin burjuvazinin yanında olduğu çok geçmeden anlaşılacaktır. Bugün, halkın büyük çoğunluğu bunlara hiç kafa yormuyor; bazıları gerçek görüşlerini gizlerken, bazılarının kafası karışık, bazıları ise kasten yalan söylüyor. Ama bu hak kazanıldığında, herkes bu konulara kafa yormaya başlayacak; bir şeyleri gizlemek için neden kalmayacak ve çok geçmeden her şey netleşecektir.[12]

Yirminci yüzyıl tarihini göz önüne alarak konuşacak olursak, bu söylenenleri doğru kabul edebilir miyiz? Hayır, zira tarihsel gelişmeler farklı bir durum ortaya çıkardı. Burjuvazi bilgiyi saklamadığı, kitlelere seçme-seçilme hakkı tanıdığı, hattâ görece özgür bir basın yarattığı sürece de yönetebildiğini gösterdi. Öyle ki kimi zaman kitleler “herkes ulusal temsilciler meclisinde ve gazetelerde özgürce ve korkmadan [kendini] ifade etme hakkına sahip olduğunda” burjuvazi kitleleri daha iyi uyutabildiğini göstermedi mi? Avrupa demokrasisi tarihi neyi anlatır?

Lenin o dönem siyasal özgürlük diye adlandırılan hakların elde edilmesiyle örgütlenmenin daha rahat olacağını ve devrime giden yolun kolaylaşacağını düşünüyordu. İşçi sınıfının o dönemki örgütlülük gücüne bakıldığında veya geç kapitalistleşmiş ülkelerde burjuvazinin Kurucu Meclisʼi toplamama ya da erteleme eğiliminden de anlaşılacağı üzere, Leninʼin tümden haksız olduğu da söylenemez. Fakat proletarya sosyal-demokrat ve Stalinist önderliklerin elinde ardı ardına büyük yaralar alırken, burjuvazinin karşı hamleleri de eksik olmamış ve nihayetinde burjuvazinin yönetim tarzında değişimler ortaya çıkmıştır.

Bu değişim Leninʼi ya da Marxʼı “revize” etmeyi gerektirmiyor, zira içeriğe dair bir değişim söz konusu değildir. Lenin sosyalizm anlayışını en anlaşılır dille ifade ettiği Köy Yoksulları kitabında cumhuriyetten ne anlamak gerektiğini açıkça ifade eder: “Rusya sosyal-demokratları [komünistleri] her şeyden önce siyasal özgürlük elde etmek için çabalıyorlar. Yeni ve daha güzel bir toplum olan sosyalist düzen için mücadelede tüm Rusya işçilerini geniş çaplı bir örgütlenmede, açıktan bir araya getirmek için siyasal özgürlüğe ihtiyaçları var.” (a.g.e., s. 4.) Cumhuriyet tam da bunun adıdır, yani siyasal özgürlükler, başka bir deyişle burjuva-demokratik haklardır: Toplantı, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü, bireysel hak ve özgürlükler vb. Savunulması ve takipçisi olunması gereken soyut “cumhuriyet” değil, burjuva tarihsel gelişimin ilk aşamasında sadece cumhuriyette cisimleşen bu haklardır (“proleter devrimini kolaylaştıracak koşullar”dır).

Tarihsel gelişimin sonraki aşaması bu hakların meşruti monarşilerde, hattâ monarşilerde de belli bir istikrar göstererek elde edilebildiğini göstermiştir. Örnek mi? Britanya, İspanya, Hollanda vb. Bu rejimler, örneğin Britanya kendine özgü bir krallıkla yönetiliyor, ama cumhuriyetle yönetilen Türkiyeʼden çok daha demokratik bir ülke, İngiliz işçi ve emekçileri hak ve özgürlükler bakımından daha iyi durumdalar (fakat bunun devrim için daha iyi koşullar olup olmadığı tartışılır). Şimdi bu gerçekliği görmeden, cumhuriyet yaygarası neden?[13]

Diğer yandan, Lenin ve Bolşeviklerin bunu öngörmedikleri de söylenemez. Lenin 1919ʼda şöyle yazar:

Dünyanın bu en ileri demokrasilerinde, bu cumhuriyetlerde bile emperyalizm her geçen gün daha da küstahlaşıyor ve bu ülkelerde başka hiçbir yerde olmadığı kadar yırtıcı av hayvanlarına rastlıyoruz. … Ama kitleler duydukları bütün yalanlara rağmen tam da bu demokrasilerde savaşın yeni yağmacılık eylemlerine yol açtığını, en demokratik cumhuriyetin bile borçları ödemek, yani işçilerin birbirlerinin boğazını kesmelerine izin verecek kadar yüce gönüllü olmaları karşılığında emperyalist beyzadelere, kapitalistlere ödeme yapmak için yüz milyonlarca insanın hayatını karartmaya hazır olan en vahşi ve insanlığa düşman gücü gizleyen bir maskeden başka bir şey olmadığını görüyorlar.[14]

Yani Lenin için cumhuriyet, burjuvazinin uyutma araçlarından biridir, bir diğer maskedir.

Lenin bu görüşlerini daha da sistemli hale getirmiş ve ölümünden sonra norm haline gelecek olan durumu, yani burjuvazinin bir krallık ya da meşruti krallık rejiminde de kendisi açısından en iyi sistemi bulabileceğini ve bu sistemlerde de kitlelerin siyasal özgürlüklerden yararlanabileceğini belli açılardan öngörmüştü. Alman “Bağımsız” Sosyal-Demokrat Partisiʼnin temsilcilerini gördükleri şeyi görmezden gelmekle suçluyor, emperyalizm çağında cumhuriyetle monarşiler arasındaki ayrımın silikleştiğini vurguluyordu. Bu yüzden, diyordu, “işçiler zihinlere demokratik cumhuriyet ve Kurucu Meclis masalı tebelleş olduğu sürece, kendileri için felakete yol açan savaş uğruna her gün elli milyon ruble harcanacağının ve kapitalist baskıdan asla kurtulamayacaklarının şu an tamamen farkındalar.”[15] Ama bazıları hâlâ farkında değiller!

Yani cumhuriyet konusunda bazı “sosyalistlerin” kavrayışsızlığı yeni değildir, gayet eskidir ve somut nedenlere dayanmaktadır: Küçük burjuva solculuğu...

Leninʼin bu görüşlere daha önce, örneğin Emperyalizm kitabında vardığı da söylenebilir, zira ora da benzer sözler sarf eder. Fakat burada daha çok burjuvazinin her iki durumda da benzer şekilde mutlak egemenlik kurduğu kısmına vurgu vardır. Konumuz bakımından bizi esas ilgilendiren kısım; burjuvazinin hem cumhuriyet yönetiminde hem de krallıkta kitleleri siyasal özgürlüklerle uyutabileceğini ve düzene eklemleyebileceğini öğrenmiş ve göstermiş olmasıdır. Yani tarihsel olarak cumhuriyetle özdeşleştirilen demokratik haklar pekâlâ monarşi yönetiminde de var olabilmektedir (buradan ancak biçimsel mantığın esiri olanlar, “o halde cumhuriyet yerine, krallık-padişahlık rejimi mi isteyelim?” sonucu çıkarabilir). Oysa yirminci yüzyıla girildiğinde, burjuvazi henüz bunu keşfetmemişti.

Şöyle ki, burjuvazi için hiçbir siyasi yönetim gökten zembille inmemiştir. Burjuvazi kendisi için en iyi siyasi yönetimi zaman içinde geliştirmiş, yanlışlardan ve deneyimlerden dersler çıkartarak ilerlemiştir. Teori çoğu zaman geriden gelmiştir.

Örneğin “sosyalist” ya da solcu bakanlarla, hattâ hükümetlerle iş görmek bugün burjuvazinin en sevdiği yöntemlerden biridir. Ama 1848ʼde buna bir-iki ay bile sabredememişti. Öyle ki bir çalışma bakanlığı kurma fikrine bile tahammülü yoktu, üstelik siyasi açıdan en ileri ülke olan Fransaʼda! Burjuvazinin hamurunda demokratlık olmadığından (bunlar liberallerin uydurmalarıdır) bu yöntemleri ancak deneye yanıla buldu. Bu yönetim tarzının kendisi açısından ne kadar yararlı olduğunu ancak yirminci yüzyıl dönemecinde (Millerandcılık ya da “bakan sosyalizmi”) kavrayacaktı.

Burjuvazi bunu, kabaca söylersek, İkinci Dünya Savaşı sonrasında elde ettiği[16] geniş ortamda çözmüş ve kapitalizm öncesi artıklardan kurtulduğu oranda, monarşileri en az cumhuriyetler kadar göstermelik biçimler haline getirmeyi, yani ehlileştirmeyi başarmıştır.

Sonuç


Tarihsel kökenlerini bir kenara bırakarak konuşacak olursak, cumhuriyet kapitalizm çağına özgü bir yönetim biçimidir ve emekçi kitleleri siyasi yaşamdan dışlayan kapitalizm-öncesi sistemlerden farklı olarak onların siyasi yaşamda belli derecelerde aktif rol alma haklarını tanımasıyla temayüz eder. Başka (ama yanlış) bir deyişle, cumhuriyet, halkın kendi kendini yönetimini kıstas alan ve bunu kendine özgü araçlarla, her şeyden önce de seçimler ve kapsamı dönemden döneme değişen demokratik haklarla yapan rejimdir.

Cumhuriyet söz konusu olduğunda “halkın kendi kendini yönetimi” nitelendirmesi, kabaca söylersek, yirminci yüzyıldan ya da Paris Komünüʼnden önce yanlış bir tanımlama değildi, çünkü henüz halkın kendi kendini gerçek yönetiminin sovyet ya da komün gibi yerellere özerklikle merkeziyetçiliğin harikulade bir bileşimi olan sınıfsal öz-örgütlerle olabileceğini gösteren somut gerçeklik ortaya çıkmamıştı. Oysa bugün bir yandan “halkın kendini yönetmesi öyle olmaz, böyle olur” dedirtecek tarihsel örnekler vardır, diğer yandan kapitalizme özgü mekanizmanın (seçim sandığı ve denetlenemeyen meclis) tam bir aldatmaca olduğu görülmüştür. Bu açıdan, cumhuriyete halkın kendini yönetimi değil, tam da Marxʼın yaptığı gibi, “her üç ya da altı yılda bir egemen sınıfın hangi üyesinin parlamentoda halkı temsil edeceğini ve ezeceğini (ver- und zertreten) belirle”yen[17] sistem demek daha doğrudur.

Ne var ki, cumhuriyet diğer açıdan da “halkın kendi kendini yönetimi” olma tekelini kaybetmiştir, zira krallık rejimleri de bu parlamenter-demokratik yöntemlerden en az cumhuriyetler kadar, hattâ yer yer onlardan da fazla yararlanabildiğini ispatlamıştır. Hal böyle olunca, bugün cumhuriyetin mutlak üstünlüğünden bahsetmek saçmadır. Erdoğan ve AKP diktatörlüğü cumhuriyet olsa da olmasa da diktatörlüktür.

Bunu söyledikten sonra, karşımıza hemen “sosyalist cumhuriyet” çıkıyor: “Biz zaten sosyalist cumhuriyet diyoruz ki”! Burada da, her şey bir tarafa, meselenin (ya da vurgunun) sosyalizm değil, cumhuriyet olduğunu görmemek için ciddi bir isteksizlik gerekir. (...)
İşçi sınıfına lazım olan bir cumhuriyet değil, aşağıdan yukarıya örgütlenmiş, merkeziyetçi öz-örgütlenmelere dayanan bir işçi devletidir, Leninʼin tabiriyle bir devrimci yarı-devlettir.

Son olarak, cumhuriyeti böyle aleni ve pis siyasi çıkarlardan ötürü değil, siyasi bilincinin mevcut düzeyinden ötürü sahiplenen yüzbinlerce insanla kuracağımız ilişkilerde herhalde atılacak en doğru adım öncelikle sormak olacaktır: “Nedir o ʻcumhuriyetin kazanımlarıʼ? Cumhuriyetin ilk dönemlerinin hangi kısmına geri dönmek lazım?” Bu durumda, elle tutulur çok az şey olduğunu, bunların da birçoğunun “cumhuriyet”i savunarak değil, burjuvazinin bütün ideolojilerinden bağımsızlaşan devrimci-enternasyonalist bir sınıf mücadelesi perspektifiyle elde edilebileceğini anlatabiliriz.

5 Kasım 2013


Notlar

[1] Karl Marx, Louis Bonaparteʼın 18 Brumaireʼi, Sol Yay., 2002, s. 94.

[2] V.İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, 2009, s. 11-12.

[3] K. Marx, “Fransaʼda İç Savaşʼın İlk Taslağı”, The First International and After. Political Writings, cilt 3, Penguin Books, 1992, s. 259

[4] K. Marx, Fransaʼda Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol. Yay.,1988, s. 44.

[5] Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay., 1999, s. 61 (vurgu bize ait).

[6] Bu açıdan, işçi sınıfının elde silah burjuvaziye cumhuriyetçi olmayı dayattığı 1848 Fransa örneği için, bkz. Harun Yılmaz, Fransa: 1848 Haziran Ayaklanması – Sürekli Devrimin Provası.

[7] K. Marx, “Serbest Ticaret Sorunu Üzerine”, Felsefenin Sefaleti içinde, Sol Yay., 1999, s. 221.

[8] V. İ. Lenin, Yenilgicilik ve Enternasyonalizm, Agora Kitaplığı, 2009, s. 48.

[9] Engels’ten aktaran, Lenin, Devlet ve Devrim, s. 11.

[10] Marx-Engels, Collected Works c. 27, s. 227.

[11] Lenin, Devlet ve Devrim, s. 18.

[12] V. İ. Lenin, Köy Yoksullarına, Agora Kitaplığı, 2013, s. 73.

[13] Lenin’in sözleriyle, “burjuva devletinin tipik özelliklerini taşımayan monarşiler (sözgelimi herhangi bir askeri kliği olmayan monarşiler) olduğu gibi, bu açıdan gayet tipik özellikler taşıyan cumhuriyetler (sözgelimi bir askeri kliği ve bir bürokrasisi olan cumhuriyetler) de vardır. Bu herkesçe bilinen tarihi ve siyasi bir gerçektir.” (Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Agora Kitaplığı, 2011, s. 13-14.)

[14] V. İ. Lenin, Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü, Agora Kitaplığı, 2010, s. 80. Örnekler çoğaltılabilir: “Burjuvazi devlet iktidarını, proletaryaya karşı, bütün emekçi sınıflara karşı kapitalist sınıfın bir aracı olarak kullanmıştır. En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde durum böyledir. Yalnızca Marksizme ihanet edenler bunu ʻunutmuşlardırʼ.” (a.g.e., s. 175)

[15] A.g.e., s. 268.

[16] Stalinizmin bu konudaki günahları hakkında, bkz. Harun Yılmaz, Devrim Kaçkınlarının Kâbusu: “Ortodoks” Marksizm.

[17] K. Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yay., 1991, s. 59.