11 Kasım 2015 Çarşamba

Paris in Paris



sana seni anlatan bir kitap yazacak olsam eminim ki bunu Paris'de yapardım 
ve muhtemelen bu yazıda kitabın tam ortasına denk gelirdi
yani demem o ki, yine kitabın ortasından konuşurdum sana
ve sen yine anlamazdın beni...
hani okuyacağını bilsem şiir filan da olurdum
dolanıp dururdum ses tellerinin arasında

nefesine dokunmuşluğum olurdu en azından
ya da vücudunun erişilmez noktasında açılmış bir yara
kaşıdıkça kanayan, kanadıkça yinelenen bir yara

belki arada bir aklına gelirdim eskileri anardık
yadederdik çocukluğumuzda yaşadığımız o ağır kanamalı aşkları

ki aklın ana vatanı sayılırdı benim topraksızlığımın
kırk yıl düşünsen aklına gelmezdim senin de öyle değil mi?

bir objeyi ya da ne bileyim bir dişi kırılmış o pembe tokanı bile hatırlıyorken
ezbere biliyorken içimden kaçış noktalarını eksiksiz

beni görmezden gelirdin
hani çocukluk yıllarımızda bulmamak umuduyla
kaybettiğimiz oyuncaklarımız vardı ya
hani sırf o eski hazzı vermedikleri için vazgeçtiğimiz
gözden çıkardığımız ve yerlerine yenisini istediğimiz o plastik oyuncaklar
İşte artık o bile değilim ömründe
yani Hristiyan mezarlığındaki tek Müslüman mezarı ben olsam, İslami şartlara göre gömülsem, yine de fark etmeyeceksin beni...

"-gözlerin vazgeçince alın yazımdaki seyrüseferden, haliyle inciniyordu cebimde
sana hiç verilmemiş mektuplar..."

tek taş yakut ne kayberdi özünde sakladığı değerden, sen gidersen
hep bir gün halının altına süpürülme korkusuyla yaşıyordu
evinin zeminini kaplayan o pembe fayansların üzerinde aklım
-ki seninle hayallerimiz pembeleşmeyi bir türlü beceremeyen
o gri toz bulutlarını andırıyordu o vakitler
evet vakitler bir türlü geçmek bilmiyordu
günler geçmemek için direniyordu adeta
hiç bir yaşam belirtisi de yoktu (yürek) hanemde,
hatta rakının yanında balık bile iyi gitmiyordu
ama sen tanrının aramızı yapma çabalarına aldırış bile etmeden gidiyordun
ve ne yazık ki "kalmak" hiç bir anlam ifade etmiyordu ayrılığın tiradında
kalmak ancak gitmek isteyen kaldığında anlam kazanıyordu
oda bir yere kadar
 
bakma harflerinin iç içe girdiğine 
mutluluk bile bizde(n) ayrı yazılıyordu bu gezegende
ve intihar süsü veriyordu kirpiklerin, yüzümde kırılan hüznüme
ellerin acı meyvelerini toplamak için uzanıyordu gecenin dallarına
koparılan hep ben oluyordum senden..
yani kimi seversen sev, mutlaka beni terk ediyordun
aslında başka ne beklenirdi ki senin gibi bir kara kıştan
"yağmasa da gürleyen bir dünya"
ne zaman öpmeye çalışsam saçlarındaki rüzgarı
kırılıyordu düşümdeki rüya

-hep böyle taze kanamayı nasıl beceriyorsun ?
kime dokunsam sana kanıyorum...

 

pahalı bir fotoğraf makinesinin vizöründen, Eiffel Kulesi'ni izlemek gibiydi aşk, 
ki benim gözlerimin kadrajı sadece senin güzelliğine odaklıydı bir zamanlar 
merak etme tanrının refakati ile yazıyorum bu mektubu sana
bizzat onun ricası ile hatta
 
dönüp anılara bakıyorum da çok hızlı geçiyor zaman
oysa daha dün gibi hatırlıyorum "hoşçakal..." değişini
ve benim su gibi gidip gelesin diye arkandan döktüğüm gözyaşlarımı...
daha dün gibi hatırlıyorum dün oluşunu...
alışırsın demiştin
haklıymışsın meğerse alışıyormuş insan herşeye zamanla
yaşamaya bile alışıyor insan, ölmek ne ki? 
bir sigara içimlik zaman 
ölmek paslı bir tren rayında uyuya kalmak, 
ölmek cesur ve ahmak
ölmek korkutmuyor beni sensizliğin yanında 
ama nedense biraz itici geliyor hepsi bu...

merak etme iyiyim, sadece biraz intihara meyilli cümlelerim
şimdi biliyorum senin beynin biraz küçüktür
 
mutlaka bir köşesinden geçerim
sen de beni hatırlama gafletine düşersin
senin de yakana yapışır arada bir yaşanmışlıklar
o zaman beni anlarsın 

üzülme sakın! sana yazdıklarıma elbet sen de bir gün bir yerde rastlarsın
ama lütfen okurken dudakların eskisi gibi ıslanmasın
isterim ki benden sonra öpüştüğün o çocuk,
aşkımızın tadını dudaklarından almasın 

GÜNGÖR KAYA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder