11 Kasım 2015 Çarşamba

Paris in Paris



sana seni anlatan bir kitap yazacak olsam eminim ki bunu Paris'de yapardım 
ve muhtemelen bu yazıda kitabın tam ortasına denk gelirdi
yani demem o ki, yine kitabın ortasından konuşurdum sana
ve sen yine anlamazdın beni...
hani okuyacağını bilsem şiir filan da olurdum
dolanıp dururdum ses tellerinin arasında

nefesine dokunmuşluğum olurdu en azından
ya da vücudunun erişilmez noktasında açılmış bir yara
kaşıdıkça kanayan, kanadıkça yinelenen bir yara

belki arada bir aklına gelirdim eskileri anardık
yadederdik çocukluğumuzda yaşadığımız o ağır kanamalı aşkları

ki aklın ana vatanı sayılırdı benim topraksızlığımın
kırk yıl düşünsen aklına gelmezdim senin de öyle değil mi?

bir objeyi ya da ne bileyim bir dişi kırılmış o pembe tokanı bile hatırlıyorken
ezbere biliyorken içimden kaçış noktalarını eksiksiz

beni görmezden gelirdin
hani çocukluk yıllarımızda bulmamak umuduyla
kaybettiğimiz oyuncaklarımız vardı ya
hani sırf o eski hazzı vermedikleri için vazgeçtiğimiz
gözden çıkardığımız ve yerlerine yenisini istediğimiz o plastik oyuncaklar
İşte artık o bile değilim ömründe
yani Hristiyan mezarlığındaki tek Müslüman mezarı ben olsam, İslami şartlara göre gömülsem, yine de fark etmeyeceksin beni...

"-gözlerin vazgeçince alın yazımdaki seyrüseferden, haliyle inciniyordu cebimde
sana hiç verilmemiş mektuplar..."

tek taş yakut ne kayberdi özünde sakladığı değerden, sen gidersen
hep bir gün halının altına süpürülme korkusuyla yaşıyordu
evinin zeminini kaplayan o pembe fayansların üzerinde aklım
-ki seninle hayallerimiz pembeleşmeyi bir türlü beceremeyen
o gri toz bulutlarını andırıyordu o vakitler
evet vakitler bir türlü geçmek bilmiyordu
günler geçmemek için direniyordu adeta
hiç bir yaşam belirtisi de yoktu (yürek) hanemde,
hatta rakının yanında balık bile iyi gitmiyordu
ama sen tanrının aramızı yapma çabalarına aldırış bile etmeden gidiyordun
ve ne yazık ki "kalmak" hiç bir anlam ifade etmiyordu ayrılığın tiradında
kalmak ancak gitmek isteyen kaldığında anlam kazanıyordu
oda bir yere kadar
 
bakma harflerinin iç içe girdiğine 
mutluluk bile bizde(n) ayrı yazılıyordu bu gezegende
ve intihar süsü veriyordu kirpiklerin, yüzümde kırılan hüznüme
ellerin acı meyvelerini toplamak için uzanıyordu gecenin dallarına
koparılan hep ben oluyordum senden..
yani kimi seversen sev, mutlaka beni terk ediyordun
aslında başka ne beklenirdi ki senin gibi bir kara kıştan
"yağmasa da gürleyen bir dünya"
ne zaman öpmeye çalışsam saçlarındaki rüzgarı
kırılıyordu düşümdeki rüya

-hep böyle taze kanamayı nasıl beceriyorsun ?
kime dokunsam sana kanıyorum...

 

pahalı bir fotoğraf makinesinin vizöründen, Eiffel Kulesi'ni izlemek gibiydi aşk, 
ki benim gözlerimin kadrajı sadece senin güzelliğine odaklıydı bir zamanlar 
merak etme tanrının refakati ile yazıyorum bu mektubu sana
bizzat onun ricası ile hatta
 
dönüp anılara bakıyorum da çok hızlı geçiyor zaman
oysa daha dün gibi hatırlıyorum "hoşçakal..." değişini
ve benim su gibi gidip gelesin diye arkandan döktüğüm gözyaşlarımı...
daha dün gibi hatırlıyorum dün oluşunu...
alışırsın demiştin
haklıymışsın meğerse alışıyormuş insan herşeye zamanla
yaşamaya bile alışıyor insan, ölmek ne ki? 
bir sigara içimlik zaman 
ölmek paslı bir tren rayında uyuya kalmak, 
ölmek cesur ve ahmak
ölmek korkutmuyor beni sensizliğin yanında 
ama nedense biraz itici geliyor hepsi bu...

merak etme iyiyim, sadece biraz intihara meyilli cümlelerim
şimdi biliyorum senin beynin biraz küçüktür
 
mutlaka bir köşesinden geçerim
sen de beni hatırlama gafletine düşersin
senin de yakana yapışır arada bir yaşanmışlıklar
o zaman beni anlarsın 

üzülme sakın! sana yazdıklarıma elbet sen de bir gün bir yerde rastlarsın
ama lütfen okurken dudakların eskisi gibi ıslanmasın
isterim ki benden sonra öpüştüğün o çocuk,
aşkımızın tadını dudaklarından almasın 

GÜNGÖR KAYA

8 Kasım 2015 Pazar

İçeride

Güney Afrika'daki Apartheid rejimi tarafından cezaevinde katledilen Steve Biko ve diğerleri gibi, tutukluluk ve sorgulama esnasında "intihar eden" veya  başına olmadık "kazalar" gelenler için yazılmış bir Christopher van Wyk şiiri. Son derece ironik bir dil kullanılmış.

dokuzuncu kattan düştü
kendini astı
yıkanırken bir sabuna basıp kaydı
kendini astı
yıkanırken bir sabuna basıp kaydı
yıkanırken kendini astı
dokuzuncu kattan kaydı
dokuzuncu kattan asıldı
yıkanırken dokuzuncu kata basıp kaydı
kayarken bir sabundan düştü
dokuzuncu kattan asıldı
kayarken dokuzuncu kattan yıkandı
yıkanırken bir sabundan asıldı...

Defneler Ölmez

 
Bir mevsim var ki üşütür yeşilliğimi 
Ben geceyle gündüzü bilirim yılları değil 
Ölümsüzlüğü getirdim kıyılarınıza 
Düşlerimde hep uzak denizler... Kıyılar... 
Gidemem, bağlıyım toprağıma 

Dalımla yaprağımla, ben 
Bir savaş simgesiyim oysa 
İnsan kardeşlerimin gözünde! 
Utkular düşleyen başlar için 
Bir çelenk!

Savaşlar, soykırımlar gördük 
İskenderler, Sezarlar 
Ne atlar kaldı onlardan, ne meydanlar... 
Gittiler, yıkılıp birer birer 
Biz kaldık 
En kıraç topraklarda tutunduk 
Biz defneler 

Dal kırılır, yaprak dökülür 
Ölür mü acılara katlanmasını bilenler 
Direnenler tüm kırımlara karşı... 
Ölmez sevgiden yana olanlar 
Defneler ölmez! 
RIFAT ILGAZ 

Kamp Armen: Soykırım, İnkâr ve Gasp Sürüyor!

19.05.2015


Restorasyonu 2011’de tamamlanmış olan Elazığ Habap Çeşmeleri belgeselinden, Elazığlı bir öğretmen anlatıyor: Hikâye odur ki; Ermeniler bastıkları köyün tüm halkını ahırlara doldurup gaz yağı döküp yakarmış. Öğretmen bu hikâyeyi merak etmiş, soruşturmuş. Demişler ki, “o burada olmadı, Erzurum’da oldu”; Erzurum’a gitmiş, “o olay burada değil, Van’da oldu” cevabını almış. Van’a gittiğinde ise, “burada değil, Muş’ta oldu” cevabını almış. Yani bizim öğretmen, işin içinden bir türlü çıkamamış.

Soykırım ve tehcirle beraber kendi öz yurtları olan Anadolu’dan koparılan Ermeniler, yıllar geçtikçe büyüyen bir nefretin de öznesi olmuş. Asırlarca bir arada yaşayan halklar birbirine düşman edilmiş, koca bir halkın adı küfür olarak kullanılır olmuş.
Geçen yıllar, Anadolu’da kalan bir avuç Ermeni için şüphesiz ki hiç kolay olmamış. Çocuklar ise, böylesi trajedilerde her zaman olduğu gibi yine en büyük yükün altına girmişler.
Ama onlar, o çocuklar, her şeye rağmen bir umut yeşertmeyi başarmış ve kendi emekleriyle bir Atlantis Uygarlığı inşa etmişler (Atlantis Uygarlığı Hrant’ın Kamp Armen’e verdiği isimdir).[1] Adına da Kamp Armen demişler.

1950’li yıllarda, Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi’nin bir bölümü, Anadolu’dan gelen kimsesiz ve yoksul Ermeni çocuklar için yetimhane olarak kullanılmaktaydı. Önceleri yetimhanede dört-beş çocuk barınırken, bu sayı kısa sürede altmışlara ulaşmıştır.
Okul döneminde Gedikpaşa İncirdibi Protestan İlkokulu’na devam eden çocukların yazın yapabilecekleri hiçbir uğraş yoktur. Ailesi olup yazın memleketine giden çocuklar ise, yaz bitiminde Ermeniceyi unutmuş halde geri dönmektedirler.
İşte bu sorunların ortadan kalkması için çocukların yazın da kalabilecekleri bir kamp kurma fikri oluşur.
1962 yılında, Tuzla’da uygun bir arazi bulunur. Arazi sahibinden satın alınır, gerekli tüm izinler alınır ve kilise adına tescil ettirilir. Böylelikle Kamp Armen, yoksul ve kimsesiz Ermeni çocukların kullanımına açılmış olur.
“Kullanıma açılma” derken, kampın tamamında çocukların da emeği vardır. Çocuklar ustalarla beraber çalışır, denizden kum çekerler, kuyudan su çıkarırlar, harç kararlar.
Hrant’ın sözleriyle, “Üç yıl şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık. En kısa boylularımızdan biri olan ‘Kütük’ (Zakar’a böyle hitap ederdik) bir başına çimento torbasını kucaklayıp çatıya kadar çıkarabiliyordu.”

Burada geçen yıllar içinde tam bin beş yüz çocuk yetişir.
Ancak 1979 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü mahkemeye başvurarak Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’nın elindeki tapunun iptal edilmesini ve eski sahibine geri verilmesini ister. Dava sonunda, kamp arazisi vakfın elinden alınıp eski sahibine geri verilir.
Yani kampın eski sahibi, yıllar önce boş olarak sattığı araziyi, beş kuruş ödemeden, üstünde kurulu olan kamp tesisleriyle birlikte geri almış olur.
Zaman içinde birkaç kez daha el değiştiren kamp, şu anda terk edilmiş ve harap bir vaziyettedir. Vakfın 2000’li yıllarda ve 27 Ağustos 2011 tarihli kararname kapsamında yaptığı iade başvurularının tümü reddedilmiştir.

Kamp Armen, Tuzla’nın en değerli bölgesinde bulunuyor. Etrafında sadece villalar var, oysa eskiden çok geniş bir araziye sahipmiş ve çevresinde hiçbir yapı yokmuş. Keşke öyle kalsaymış, ama devletin örgütlü nefreti ve rant hırsı birleşince, gerektiğinde, bir avuç toprağın bile, hattâ koca bir ormanın bile yok edilmesine neden olabilir.
Şu an arsanın “yasal sahibi” (devletin gaspı yasal bir kılıfa uydurduğu unutulmasın) binaları yıkıp yerine villa yapmak istiyor. Yani yüzlerce yoksul çocuğun emeğinin ve hatıralarının üzerine konmak istiyor.

Kamp Armen’de 6 Mayıs’ta yıkıma geçilince insanların ortaya koyduğu direniş yıkımın durmasını sağladı. Şu anda görüşmeler devam ediyor, diğer taraftan ise bir dayanışma ortamı oluşturulmuş oldu. İnsanlar her gün ziyarette bulunuyor, forumlar ve çeşitli atölyeler düzenleniyor, gece kalan nöbetçiler var, hafta sonları ise bir şenlik havasında geçiyor.
Talep ise çok net: Kamp Armen Ermeni halkına iade edilsin!

Süreç devam ederken şunu da unutmayalım; dayanışma ve ortak mücadele ile buradan bir zafer elbette çıkarılabilir, zira biz bunu 2013 Haziran’ında Gezi Parkı’nda gördük. Kamp Armen, Gezi’de sergilenen büyük mücadele ve dayanışma bilincinin bir devamıdır.
 
Biz Devrimci Marksistler, hayatı sınıf perspektifiyle yorumluyor ve halklar arasındaki dil, kültür veya yaşam tarzı ile ilgili farklılıkların o toplum için ancak bir zenginlik kaynağı olabileceğini düşünüyoruz. Zira asırlarca bir arada yaşayabilen halklar bunu zaten bilmektedir. Birbirlerine saygı duymayı ve farklıklardan korkmamayı öğrenmişlerdir.
Ama toplumu yöneten egemenler, yani ezen sınıf, kendi sınıf çıkarları için savaşlar da çıkarır, halkları birbirine düşman da eder. Bunu yaparken ezilen sınıfın bireylerini kullanır ve savaşın nedenini din, milliyet, toprak vb. ardına gizleyerek anlaşılması zor bir hale getirirler.
Oysaki halkları birbirine düşman eden, bir halkı diğerine tabi bırakan, onu dilinden, kültüründen koparan bizzat sınıflı toplumun kendisidir. Halkların ancak tek bir düşmanı olabilir, o da ezen sınıf!

Getse Joğovurtnerun Baykarı!
Kamp Armeni Kantel Kantel Bidi Çıdank!
Kamp Armen Ermeni halkına iade edilsin!
Yaşasın halkların kardeşliği!



Notlar [1] Not: Kamp Armen’in tarihiyle ilgili bilgiler http://www.kamparmen.org/tr/ sitesinden alınmıştır.
Kamp Armen, “azınlıklara” ait olan ve devletin gasp ettiği tek mülk değildir. Ama bu konu başlı başına bir yazıyı hak ediyor.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri

Yılmaz Güney henüz 19 yaşındayken 1956 yılında Onüç dergisinde yayınlanan bu öyküsünden dolayı “komünizm propagandası” gerekçesiyle yargılandı. 1961 yılında 18 ay hapis ve Konya’da 8 ay sürgün cezasına çarptırıldı.

Eser, Güney Yayınları'nın izniyle Yansıma Sosyalist Edebiyat Dergisi’nin 1.sayısında (Ocak-Mart 2005) yayınlanmıştır.




“Yok,” dedim. “Olmaz” dedim. Sinekli Park’ın gölgeli karanlığında “olmaz”lar, gölgelerin çengelli uçlarına asıldı, “olur” oldu. Soğuk soğuk eller uzandı karanlığa. “Kaybettin” dediler. “Bunu da kaybettin.” Üçlü karanlık sekizleşti.

“Seni kaybetmek istemiyorum” dedim yavaşça. Küçük çıplak ayaklarını havuzun sularına bıraktı. Bilinçsiz çemberler türedi. Kınalı ellerini birbirine kavuşturdu. “Öyleyse iki lira ver” dedi. Gözlerini yumdu. Kirpikleri göz boşluklarını gölgelendi. Dudaklarını büzüştürdü. Uzattı. Uzandım. Dokunmaya korktum sonra. Çekildim. “Yok” dedim. “Olmaz. Seni böyle düşünmek istemiyorum.” Gözlerini açtı. “Nasıl istersen, peki. Sana, namuslu pozları mı takınayım yani?” Bir hoş oynattı kalçalarını. İçimde bir diklenme oldu. “Hani beni olduğum gibi seviyordun? Sana yine söylüyorum. Ben orospuyum.” Diklenmem yavaş yavaş eridi. “Şu arabada gördüğün kızla oğlan var ya, iki lira verirsen sen de onlar gibi yaparsın.” Utandım...

Gerçekleri kabullenemiyorum. Beni iki liram için öptüğüne de inanamıyordum bir türlü. İnanasım gelmiyordu. Onun annemden, ablamdan fakı yoktu. Annem de babamla kırıştırırken aynı şekilde küçülüyordu. Yüzleri bir başka değildi onlarınkinden.

Kınalı ellerini tuttum. “Bak bana” dedim. Baktı. “Benden para isteme” dedim. “Para isteyince seni küçültüyorum gözümde.” Yüzüme değişik bir anlam verdim. “Yanlış anlama.”
Kalçasını eski yerine koydu. “Daha neler... Başka ne yapıyorsun?”
“Beni sevmiyorsun diyorum.”
“Paran oldukça severim seni. Hoş, parlak bir çocuksun. İyisin de ama; senin güzelliğin, iyiliğin benim işimi görmez. Ben, sennen, onnan yatmazsam aç kalırım. Sen bennen yatmazsan da olur. Hizmetçi kız var evde. Onu sıkıştırırsın. Gördüm geçen gün. Kalçaları falan dolgun. Baban bulmuştur diye düşündüm. O da olmazsa ellerin var. Gençsin. Kimse ayıplamaz.”

İneklerine karpuz kabuğu toplayan ihtiyar kadının sepetinden bir kabuk çıkardı. Son kalan kırmızıları kemirdi. Bir tane daha çıkardı. Elime sıkıştırdı. Alay edercesine güldü. Islak bir soğukla ürperdim. “Verecek misin?” diye mırıldandım. Bu arada başka şeyler düşündüm. Örneğin kalkıp gitmeyi. Kadına sövmeyi. Kırıtarak güldü. “İki lira verirsen hemen” dedi. Eliyle boş, eski bir yük arabasını gösterdi.

Kendime çok bilmiş bir insan süsü vererek, “Böyle yapmasan olmaz mı?” dedim. “Ne güzel işin var. Çalışıyorsun.”

Bir an gözlerimin içine baktı. Sonra dudaklarını bükerek konuştu. “Ne verirler fabrikada bana biliyor musun? Bu parayla geçinilir mi diye düşündün mü hiç? Babanın iki günde aldığını ben bir ayda alıyorum. O da ne çabayla. Fabrikada oğlanlar ellemedik yerimi bırakmazlar. Helaya gidecek olurum, yakalarlar. İlle de isterim diye tuttururlar. Ben de insanım. Benim de canım çok şey ister. Ben de ev kadınları gibi giyinmek, süs yapmak isterim. Güzel güzel şeyler yemek ister canım. Ama yok işte. Yokluğun gözü kör olsun. Ne yapalım; bir kere fakir doğmuşuz anamızdan. Fakir doğmak suçunu işlemişiz. Bunu yapan Allah ne zaman görecek bilmiyorum.” 

Birinci şahıs rolünü oynayan oyuncu arkasına dönüp sümkürdü. O benim işte! “Söylediklerim yalan mı, yalansa yalan de.”
“Sana bir ev tutsam gelir misin benimle? Ne istersen alırım. Benimle kal yeter.”
“Çocuk... ah... Benim aptal yavrum.” Bu sözler bir anne gibi söylenmiştir. “Şimdi ateşlisin.” Şimdi de çok bilmiş gibi konuşuyor. “Yaşın üçük diye kerhaneye gidemedin, nasılsa param var dedin. Şu karıya bir ev tutar, ateşim sönene kadar koynunda kalırım dedin” Birinci şahıs; yani ben; bunları bildiğine hayret ettim. Bu anlamı yüzüme vermek için biraz zorluk çektim. “Sonra kıçıma tekmeyi atar gidersin.”
“Böyle söyleme.”
Çocukça bir üzüntü kapladı yüzümü.
“Ne söyleyeyim ya? Tırnaklarını ışığa tuttu. “Peki sennen geliyom mu deyim? Ben sizden değilim.” Dudaklarımın yanlarında çizgiler belirdi. “Sizin toplumunuzun insanları ayarında değilim. Bunu sen de biliyorsun. Bak, herkes bir tutulsaydı, söyledikleri olurdu. Ben de seve seve yapardım. Kimse de beni kınamazdı. Ama şimdi herkes seni ayıplar. En başta baban. Duyduğu gün paranı keser.”

Kalktı. Bakışlarımız çakıştı. Yüzünü buruşturdu. “İyi çocuksun,” dedi. “İnsanlar hep senin gibi olmazlar. Herkes, bu ayrıntıları kaldıramaz ki ortadan. Kaldırsalardı, cennet olurdu buraları. Cennet.”
“Dur nereye gidiyorsun?”
Parmağını karanlıkta bir sarıya uzattı.
“Bak şu sarı oğlana,” dedi. “Beni çağırıyor.”
Ben de ayağa kalktım. Oturmaktan yorulmuştum zaten. “Ona mı gidiyorsun? O basit bir işçi...”

İğrenerek baktı. İyice iğrenememişti. Yüzü daha bir buruştu. Yapmacıklı bir sinirle, “Siz böylesiniz işte” dedi. “En iyiniz bile böyle. Kendi çıkarlarınız için neler yapmazsınız. İşçiymiş. Basit bir işçiymiş!” Seyircilerin durumunu da görmek istiyordu. “Ben de işçiyim. Beni basit görmezsin değil mi? İşine yararım. Keyfini getiririm; doğru değil mi söylediklerim?” Söyledikleri doğruydu. Birinci şahıs doğru demiyordu. “Ah domuzlar sizi. Domuzlar. Bir gün hepinizin topunu attıracaklar ya; dur bakalım ne zaman!” (*)

Boş bir arabaya yöneldiler. Sarı oğlan kadının beline doladı kollarını. Ben kendimden utandım. İnsanlar ayrıntısız olmalıymış. Bunu orospu dediğim kadın söyledi. İnsanların hep bir olması gerekliymiş. - Birinci şahıs rolünü oynayan adam; rolünün çok zor olduğunu düşündü. “Zengin bir çocuk rolü oynamak ne zor,” dedi.

Seyircilerden kimse oyunu alkışlamadı. İkinci perdeyi beklediler... Işıklar sönünce perde açıldı. (**)

Enver Karagöz'ün Ardından


Sesini kaybeden ülke...

"Ey Anadolu! Seni çok seven bir evladın geldi geçti bu dünyadan! Haberin oldu mu?" diye soruyor Kemal Yalçın; Enver Karagöz'ün ardından yazdığı yazıda...
Haberiniz oldu mu gerçekten?
Dün Almanya'da toprağa verildi "Enver Hoca"...
Tanır mıydınız?
* * *
Bu köşede bir kez söz etmiştim ondan...
İki yıl önce... 12 Eylül'ü anımsarken...
Artvinliydi. Artvin'de öğretmendi. 68'liydi. TÖB-DER'liydi. Devrimciydi.
Edebiyat sevdalısıydı. Mitinglerde Nâzım'dan şiirler okurdu. Gür sesliydi.
12 Eylül'de eşiyle birlikte gözaltına alınmış, Erzurum'a götürülüp işkenceden geçirilmişti.
Konuşmadı orada...
Arkadaşlarının isimlerini istedikçe işkencecileri, kıstı meydanlarda çınlayan gür sesini...
Sustu.
Ve suskunluğunun bedelini ebediyen suskunluğa mahkûm edilerek ödedi.
Ağır bir işkencenin ardından, baygın halde yatarken dudaklarını araladılar ve mısra mısra gürleyen boğazından aşağı kaynar su döktüler.
"Hadi bir daha oku da görelim, o komünistin şiirlerini" dediler.
Okuyamazdı artık...
Yanmıştı ses telleri...
Sesini yitirmişti.
* * *
Gırtlak kanseri oldu Enver Hoca...
Hapisten çıkınca Almanya'ya iltica etti.
Tedavi oldu, kanseri yendi.
Ancak sesine kavuşamadı bir daha...
Eşinin, çocuklarının, dostlarının desteğiyle yazarak sürdürdü sessiz haykırışını...
Yurt özlemiyle, sürgün yazıları, şiirleri yazdı.
Sonra gün geldi, uzun hukuki mücadelelerin ardından, 18 yıl sonra döndü ülkesine...
2004 yılıydı.
12 Eylül'ün üstünden neredeyse çeyrek asır geçmişti. Memleket çok değişmişti.
Kemal Uzun'a anlattı dönüş hikâyesini...
İstanbul'a inmiş uçağı...Pasaport kontrolündeki polis "Bizimle geleceksiniz" demiş. Terörle Mücadele Şubesi'ne götürülmüş. Elini, gözünü bağlamışlar.
Sonra biri gelmiş. "Açın gözünü" demiş.
Açmışlar.
"Tanıdın mı beni?" diye sormuş.
Tanımış.
Erzurum'da boğazına kaynar su döken adammış.
Geçen çeyrek asra rağmen 12 Eylül'ün bitmediğini orada anlamış.
* * *
Salıverildikten sonra Artvin'e, Şavşat'a gitmiş, memleketiyle hasret gidermiş Enver Hoca...
En son, 2 ay önce Hrant Dink'in öldürülmesini protesto için düzenlenen mitingde dostlarıyla berabermiş.
70 model yeşil parkası içinde "Hepimiz Hrant'ız" diye haykırmış sessizce...
Ve 59 yaşında hayata veda etmiş, birkaç gün önce...
Dün Köln'de cenazesi vardı.
Ailesi, dostları, yoldaşları yanındaydı.
Cenazede 12 Eylül mültecilerinin kulaklarında, Kemal Yalçın'ın "Boşuna Değil" şiirinden dizeler çınladı:
"Boşa gitmedi yürünen yol,
işlenen nakış,
ekilen tohum.
Boşa gitmedi
ölümden genç bir gülücükle gizlenerek
sokaklara yazdığımız nehir şarkıları.
çekilen acı,
dökülen ter
ve zeytin dallarına asılı kalan şafak
boşa gitmedi!"

Can Yücel'in Milliyet Gazetesi'ndeki 05.04.2007 tarihli yazısı.


2 Kasım 2015 Pazartesi

IL QUARTO STATO

İtalyan ressam Giuseppe Pellizza da Volpedo'nun (1868-1907) muazzam eseri. 
Il Quarto Stato (Dördüncü Kuvvet) sınıf mücadelesinin en önemli sembol eserlerinden biri olarak kabul edilmiştir, hala da öyledir.

"Dördüncü kuvvet" kavramı proletarya için kullanılan ifadelerden biridir. Eserde grevdeki işçilerin yürüyüşü resmedilmiştir. 1901 yılında tamamlanan bu eser üzerinde Volpedo 3 yıl çalışmıştır. Ancak düşünsel olarak 10 yıllık bir çalışmanın ürünüdür. 
Eser şu an Milan'da bulunan Museo del Novecento'da sergilenmektedir.

Ek bilgi için şu sayfalar incelenebilir;
http://www.milanmuseumguide.com/il-quarto-stato/
http://www.milliyet.com.tr/-bu-resim-tum-halklarin-tercumani--gundem-2118120/

 Eser, Neo Empresyonizm tarzında.
Boyutları; 293 cm × 545 cm