Bu metin militan.net sitesinden alıntılanmıştır.
29.10.2015 | Harun YILMAZ
(...)
Cumhuriyet
Kavramının Sınıfsal Anlamı
Cumhuriyet
nedir? “Cumhuriyet halkın kendi kendini yönetmesidir”! İlkokuldan itibaren bize
ezberlettirilen budur. Cumhuriyetin karşıtı da padişahlık ya da krallıktır,
yani tek bir kişinin sınırsız egemenliğidir. (“Atatürk isteseydi padişah
olabilirdi, ama olmadı!”) Kuşkusuz böyle bakınca cumhuriyet iyidir,
padişahlık-krallık (monarşi) kötüdür. Peki, hepsi bu mu?
Sadece cumhuriyeti değil, herhangi bir olguyu
değerlendirirken Marksistleri ayıran özellik sınıfsal kıstasları dikkate
almalarıdır: Bu somut olgu burjuvazi açısından ne anlam ifade ediyor, işçi
sınıfı açısından ne anlam ifade ediyor? Sınıflı bir toplumda sınıfsal çıkarları
ifade etmeyen bir toplumsal gerçeklik olamaz. O halde, hangi sınıfın yararına?
Yoksa sınıflar üstü mü? Cumhuriyet gibi burjuva çağa ait olan, esasen
kapitalizmde ortaya çıkmış bir kavramdan bahsederken bu sınıfsal yaklaşım çok
daha zaruridir.
Marx
cumhuriyet konusunda da böyle yapar. Diğer birçok konuda olduğu gibi, Marxʼın
cumhuriyet konusundaki görüşlerini de sistemli bir çalışma halinde serdettiği
bir eseri yoktur, ama bu konuyla ilgili görüşlerini açıkça anlamak için yeterli
veriler mevcuttur. Örneğin devlet mekanizması ve çeşitlilikleri hakkında en
yetkin çalışması olarak bilinen Louis Bonaparteʼın 18 Brumaireʼi adlı
kitabında şöyle der:
Parlamenter cumhuriyet,
Fransız burjuvazisinin meşrutiyetçi ve orleancı iki kesiminin, büyük toprak
mülkiyeti ile sanayinin, eşit haklara sahip olarak bir arada bulunabildikleri
tarafsız alan olmaktan fazla bir şeydi. Parlamenter cumhuriyet bu
kesimlerin [burjuvazinin farklı kesimlerinin] ortak egemenliklerinin
vazgeçilmez koşulu, onların genel sınıf çıkarlarının, hem bu ayrı ayrı
kesimlerin, hem de toplumun bütün öteki sınıflarının taleplerine egemen
olabileceği tek devlet biçimiydi.[1]
Neden?
Meselenin hem burjuvazi cephesinden, hem de sömürdüğü işçi ve emekçiler
cephesinden değerlendirilmesi gerekir.
Öncelikle,
burjuvazi açısından bakalım. Burjuvazi tam da bir sınıf olmasından ötürü
sömürdüğü işçi sınıfı karşısında yekvücuttur; düzenini tehdit eden bir durumda
ulusal, dini, askeri vb. ayrımları bir kenara atarak birleştikleri malumdur.
Fakat düzen sürekli tehdit altında değildir ve burjuvalar da sürekli bir paranoya
içinde yönetmezler. Bu sınıfsal bütünlüğe karşın kendi içlerinde kıyasıya bir
rekabet halindedirler ve kârları artırmanın yolu işçinin üzerine basmak olduğu
kadar, kapitalist rakiplerini de saf dışı etmektir.
Bu noktada,
devlet iktidarında hangi kapitalistin ne derece söz sahibi olduğu fevkalade
önemlidir. Bugün “yürü ya kulum” düsturuyla büyüdükçe büyüyen Ülker/Yıldız
Holdingʼin durumuna bakmak bunu anlamak için yeterli olacaktır. Bu yüzden tüm gücün (yasama,
yürütme, yargı, askeriye, polis vb.) tek bir kesimin elinde toplanmasındansa,
zımni bir mutabakatla güç bölüştürülür ve kapitalistler arasında piyasada
yürüyen rekabet devlet iktidarında söz sahibi olmak için de yürür. Burjuvazi açısından bunun tarihsel
olarak bulunmuş ilk biçimi
(ilk, ama tek değil) cumhuriyettir.
Peki, bu
rejimin işçi sınıfı ve bir bütün olarak ezilenler cephesinden anlamı ve önemi
nedir?
Kapitalizmin gelmiş geçmiş en eşitsiz toplum olması,
bu açığı kapamak adına belli tavizleri şart koşar. Kapitalizm
öncesi sistemlerde hem üretim araçlarının gelişim seviyesinin bugünkü kadar
ileri olmamasından ötürü ezen-ezilen arasındaki uçurum bugünkü kadar fazla
değildi, hem de bu toplumlarda –kitlelerin genel eğitimsizliği ya da cehaleti
de dikkate alındığında– ekonomi-dışı zor, öncelikle de dinî ikna (“o benden
fıtratı bakımından üstün; o lord, ben serfim; o hazret, ben reaya, yani
sürüyüm”) bu görevi az çok görüyordu.
Oysa
karşıtlıkların bu denli açık bir şekilde ortaya serilmiş olduğu, ama nitelikli
işgücü ve pazardaki malları satma ihtiyacından ve de merkezileşmiş bir sistemde
ezilenlerin patlamalı mücadelelerinin engellenememesinden ötürü vb. emekçi
kitlelerin tam bir cehalet içinde bırakılamadığı bir sistemde,
kitlelerin dönemsel başkaldırılarının önüne geçmek için bir emniyet supabına
ihtiyaç vardır. Kitlelerin
karşı çıkışlarının sistem dışına taşmasını engelleyecek, öfkelerini düzen
içinden bir kişiye ya da partiye kusup başka bir burjuva adaya (“temiz gömlek”)
yönlenmelerini sağlayacak bu sistemin yürürlükte olduğu sistem burjuvazi
açısından en hayırlısıdır. Leninʼin sözleriyle,
“Zenginlik”in
mutlak iktidarının demokratik cumhuriyette daha emin ellerde olmasının
bir diğer nedeni de, siyasi mekanizmadaki münferit kusurlara ya da kapitalizmin
çürük siyasi kabuğuna bağımlı olmamasıdır. Demokratik cumhuriyet, kapitalizm için mümkün olan en iyi
siyasi kılıftır ve bu nedenle sermaye bu en iyi biçimi ele geçirdikten sonra,
iktidarını öyle sağlam, öyle güvenli bir biçimde kurar ki, burjuva-demokratik
cumhuriyetteki hiçbir kişi, kurum ya da parti değişikliği bu iktidarı
sarsamaz.[2]
Mutlaklaştırmadan konuşacak olursak, emekçiler için de
bu sistem en iyisidir, zira sınıfsal çıkarları kapitalist toplumun (ister
monarşi, ister cumhuriyet biçiminde olsun) tümden kaldırılmasından yana olan
proletaryanın örgütlenmesi ve ajitasyon-propaganda yapması için en uygun
koşulları sunar. Zaten tam
da bu nedenle Marksizm’in kurucularında yer yer cumhuriyete olumlu anlam
yüklendiğini görürüz.
Burada esas
sorun, işçi sınıfı için sosyalizm kurulana kadar en uygun koşulların
(sadece yaşamak için değil, mücadele etmek için de en uygun koşulların) olduğu
bu rejimin sadece cumhuriyetle mi mümkün olduğudur.
Marx ve
Engelsʼin Cumhuriyet Anlayışı
Her şeyden
önce Marx, Engels ya da Leninʼin cumhuriyet konusunda olumlu görüşler
belirttiklerini bir kez daha belirterek başlayalım, her ne kadar Marx “[burjuva] cumhuriyet, tüm
kralcı hiziplerin ortak terörizminden … [burjuvazinin] sınıf
egemenliğinin ortak teröründen başka bir şey olamaz”[3] demiş olsa da!
Neden olumlu
bir vurgu? Elbette çok daha somut bir nedenle: Marksistler cumhuriyet derken, geçmişten bu yana, genel
olarak burjuva demokrasisini, yani burjuvaziyi devirmek için (ve devirene
kadar) daha uygun koşulları, siyasal özgürlük ortamını kastetmişlerdir. Genel
oy hakkı, ifade (yani, toplantı ve örgütlenme) özgürlüğü, kapsamı her dönem
genişleyen bireysel haklar ve sair. Cumhuriyet tarihsel olarak bu hakların
cisimleşmesi olarak görülmüş ve burjuva ideologları da bu yolda epey çaba
harcamışlardır.
Bu görüşün
kökeninde 1789 Fransız Devrimi, yani Fransız burjuva devrimi vardır. Burjuvazi
eski toplumu yıkmak adına giriştiği mücadelede “özgürlük, eşitlik, kardeşlik”
şiarına sarılmıştı. Burjuvazi
aristokrasinin eşitsiz toplumu yerine kendi eşitsiz toplumunu kurmak istiyordu
ve bunun için belli tavizler vermeye hazırdı; bu “hazır olma” durumu
niyetlerden ziyade, kendi sisteminin yapısından kaynaklanıyordu, bu açıdan
da “cumhuriyet“ adı altında kendi sınıf egemenliğinin gizlenmesini sağlayacak
yanılsamalar uyandırıyordu.
Peki,
Marksizmin kurucuları da bu oyuna mı gelmişlerdi? Elbette hayır! Marx, cumhuriyetçiliğin simgesi
haline gelen Fransız Devrimiʼnin sloganlarının “sınıf ilişkilerinin yalnızca
düşüncede kaldırılmış olmasına karşılık gelen”[4] bir slogan olduğunu açıkça söylüyordu. Fakat yine de
cumhuriyet sloganı ilericiydi, çünkü o dönemde burjuvazi ilericiydi!
Marxʼa göre,
sosyalizmin kurulabilmesi ve daha da öncesinde proletarya ile burjuvazi
arasındaki sınıf mücadelesinin netleşmesi için üretim araçlarının belli bir
gelişim seviyesine ulaşması şarttı. Sosyalizm ancak nesnellik (üretim
araçlarının gelişim seviyesinin insanlığın ihtiyaçlarından katbekat daha
fazlasını sunacak maddi aşamaya ulaşması) ile öznelliğin (proletaryanın ve onun
devrimci öncüsü olan partisinin siyasi müdahalesinin) bir birleşimi olarak
kurulabilir. Marx ve Engelsʼin Alman İdeolojisiʼnde
vurguladıkları üzere, üretici güçler insanlığın ihtiyacından da fazlasını
karşılayacak nesnel düzeye ilerlemediği koşulda, “yokluk genel bir hal alır
ve yoklukla birlikte zorunlu ihtiyaçlar için verilen mücadele yeniden
başlar ve kaçınılmaz olarak eski pislik geri döner.”[5] Bu yüzden,
emperyalizm çağından önce, yani üretim araçlarının insanlığın ihtiyaçlarından
daha fazlasını karşılayacak düzeye nesnel olarak ulaşmadığı (kabaca
söylersek) yirminci yüzyıldan önce Marksistler kapitalizmin ilerici yönünü
kabul ediyor ve bugünden farklı olarak egemenlerin iç meselelerinde de taraf
oluyorlardı.
Monarşi-cumhuriyet
ayrımının önemi burada devreye giriyor. Monarşiler o dönemde –İngiltere gibi
istisnalar olmakla birlikte– oy hakkı ve diğer demokratik hakların var olmadığı
tek adam diktatörlüklerini ifade ediyordu ve çoğu zaman da eski rejimle
(kapitalizm öncesi rejimlerle) bağlarını tam koparmamış yönetimlerdi. Bunlara
karşı mücadele kimi zaman burjuvazinin de dâhil olduğu üçüncü zümrenin eski
rejime karşı topyekûn mücadelesine yol açarken, kimi zaman eski rejimle uzlaşan
burjuvaziyi de karşısına alan işçi ve emekçilerin mücadelesi oluyordu. Ama her
halükarda monarşiler kitlelerden müthiş bir tepki topluyor ve egemen sınıfların
iktidarı kâğıttan kaleler gibi çöküyordu.
Marx ve
Engelsʼin gözünde cumhuriyet, eski rejime karşı mutlak anlamda ilerici olan
kapitalizmin feodal kalıntıları temizlemesi ve sosyalizme giden yolu açacak
olan koşulları (büyük sanayi temelinde burjuvazi-proletarya karşıtlığını)
yaratması bağlamında ilerici bir anlam ifade ediyordu. Yukarıdaki 18 Brumaire
alıntısından da anlaşılacağı üzere, Marx burjuvazi için en iyi yönetim
biçiminin cumhuriyet (burjuva demokrasisi) olduğunun farkındaydı – henüz
burjuvazi bile bunun farkına varmamış olmasına karşın![6] Bu yüzden de Marx cumhuriyetten yana tavır alıyor,
cumhuriyetçileri destekliyordu.
(...)
Yani mesele;
sosyalizmin nesnel zemininin oluşması, proletaryanın burjuvaziyi devirmek için
daha uygun koşullara kavuşmasıdır.
Marx
kapitalizmin yerleşmediği ve dolayısıyla gericileşmek şöyle dursun, henüz
ilerici rol oynadığı dönemde kapitalist biçimler ya da alternatifler arasında
ayrım yapmakta ve birinden birine destek sunmakta haklıydı. Mesela, Marx aynı
mantıkla kapitalist ülkeler arasındaki savaşlarda taraf tutuyordu. 1859 İtalyan
savaşında, 1870 Prusya savaşında ve diğerlerinde Marx ve Engels taraf
olmuşlardı. O dönem, tekrardan belirtelim, kapitalist toplumun henüz yükselişte
olduğu ve burjuvazinin gerici feodalizm karşısında devrimci rol oynadığı bir
dönemdi. Sosyalizmin güncelliği yoktu, proletarya tarih sahnesinde tam
manasıyla yerini almamıştı. Bu yüzden esas ilerici güç yükselişteki burjuvaziydi.
Lenin bununla ilgili olarak şöyle der:
Burjuvazi
kendi bencil çıkarları gereği ulusal hareket ideolojisini körüklüyor ve bu
ideolojiyi emperyalizm çağına, yani tümüyle farklı bir çağa aktarmaya
çalışıyor. Oportünistler de her zaman olduğu gibi burjuvazinin terkisine
biniyor ve günümüz demokrasisinin [sosyalizm kastediliyor–H.Y.]
bakış açısını terk edip, eski (burjuva) demokrasisinin bakış açısına
kayıyorlar. Eski (burjuva) demokrasisi döneminde Marx ve Engels hangi
burjuvazinin başarısının arzu edilir olduğu sorununu çözmeye çalışıyorlardı;
ılımlı bir liberal hareketin fırtınalı bir demokratik harekete dönüşmesini
amaçlıyorlardı. Marx ve Engels kendi çağlarının, ilerici burjuva-ulusal
hareketlerin ilerisindeydiler; bu tür hareketlere –ortaçağ
temsilcilerini “çiğneyip geçebileceği” düşüncesiyle– itki vermek istiyorlardı.
Tüm sosyal-şovenistler gibi Potresov da geriye doğru gidiyor, kendi
çağından, günümüz demokrasisinden uzaklaşıyor ve eski (burjuva) demokrasisinin
köhnemiş, ölü ve dolayısıyla içsel olarak yanlış bakış açısına atlıyor.[8]
(...)
Cumhuriyet
Kavramının Tarihsel Seyri
Marxʼın da
Engelsʼin de cumhuriyeti özel olarak savunulacak bir şey olarak
gördüklerini kanıtlayacak bir veri yoktur. Nasıl olabilir ki? Engels değil
midir, “ʻdemokratik bir cumhuriyette zenginlik, iktidarını dolaylı yollardan,
ama çok daha güvenli bir şekilde icra ederʼ: İlkin ʻmemurları rüşvetle satın
alarakʼ (Amerika), ikincisi ʻhükümetle borsanın ittifakıʼ yoluyla (Fransa ve
Amerika)”[9] diyen?
Onların en sadık takipçisi olarak Lenin değil midir, “Bugün, emperyalizm ve
bankaların egemenliği, zenginliğin mutlak iktidarını ayakta tutmak ve hayata
geçirmek için yararlanılan bu iki yöntemi de her türden demokratik cumhuriyette
eşsiz bir sanat hâline getirecek derecede ʻgeliştirmiştirʼ” (a.g.e.)
diyen? O halde?
Elbette
mesele bununla bitmiyor, zira örneğin Engelsʼin şöyle bir sözü vardır: “Kesin
olan bir şey varsa o da partimizin ve işçi sınıfının iktidara ancak demokratik
cumhuriyet altında gelebileceğidir. Hattâ Büyük Fransız Devrimiʼnin de
göstermiş olduğu üzere, proletarya diktatörlüğünün de özgül biçimi
cumhuriyettir.”[10] Dahası
Leninʼde de benzer bir vurgu görürüz: “Biz kapitalizm sınırları içinde
proletarya için en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız,
ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile halkın payına düşen şeyin ücretli
kölelik olduğunu asla unutmamamız gerekir.”[11] Bunu açmamız gerekiyor.
Burada
Marx-Engelsʼin ve dahası Lenin-Troçkiʼnin yaşadığı dönemde henüz tam olarak
ortaya çıkmamış bir olgudan bahsediyoruz. Söylenenleri ve Marksizmin
önderlerinin çizdiği teorik çerçeveyi bu yeni gerçekliğe uygulamamız gerekiyor.
Lenin döneminde bile henüz tam olarak kendisini göstermemiş olan bu olgu
cumhuriyetle-monarşi arasındaki tarihsel ayrımın silikleşmiş, hattâ tümden
ortadan kalkmış olmasıdır. Burjuvazi uzun yıllara yayılan iktidarı sayesinde
her iki biçimi de kendi ihtiyaçlarına en uygun yönetim biçimi haline getirmeyi
öğrenmiştir; mühim olan ikisine de gerekli “sihirli” dokunuşları yapmasıdır.
Marksistler için mesele biçim değil, içerik olduğundan biçime (“cumhuriyet” mi
değil mi?) takılıp kalmamalıyız.
Bu noktada,
Leninʼin düşünce çizgisini bugünle bağlantılı olarak takip etmekte yarar var.
Mesela Lenin 1903ʼte şöyle der:
Herkes
görüşlerini ve isteklerini ulusal temsilciler meclisinde, köylü komitelerinde
ve gazetelerde özgürce ve korkmadan ifade etme hakkına sahip olduğunda, kimin
işçi sınıfının yanında, kimin burjuvazinin yanında olduğu çok geçmeden
anlaşılacaktır. Bugün, halkın büyük çoğunluğu bunlara hiç kafa yormuyor;
bazıları gerçek görüşlerini gizlerken, bazılarının kafası karışık, bazıları ise
kasten yalan söylüyor. Ama bu hak kazanıldığında, herkes bu konulara kafa
yormaya başlayacak; bir şeyleri gizlemek için neden kalmayacak ve çok geçmeden
her şey netleşecektir.[12]
Yirminci
yüzyıl tarihini göz önüne alarak konuşacak olursak, bu söylenenleri doğru kabul
edebilir miyiz? Hayır, zira tarihsel gelişmeler farklı bir durum ortaya
çıkardı. Burjuvazi bilgiyi saklamadığı, kitlelere seçme-seçilme hakkı tanıdığı,
hattâ görece özgür bir basın yarattığı sürece de yönetebildiğini gösterdi. Öyle
ki kimi zaman kitleler “herkes ulusal temsilciler meclisinde ve gazetelerde
özgürce ve korkmadan [kendini] ifade etme hakkına sahip olduğunda” burjuvazi
kitleleri daha iyi uyutabildiğini göstermedi mi? Avrupa demokrasisi tarihi neyi
anlatır?
Lenin o
dönem siyasal özgürlük diye adlandırılan hakların elde edilmesiyle
örgütlenmenin daha rahat olacağını ve devrime giden yolun kolaylaşacağını
düşünüyordu. İşçi sınıfının o dönemki örgütlülük gücüne bakıldığında veya geç
kapitalistleşmiş ülkelerde burjuvazinin Kurucu Meclisʼi toplamama ya da
erteleme eğiliminden de anlaşılacağı üzere, Leninʼin tümden haksız olduğu da
söylenemez. Fakat proletarya sosyal-demokrat ve Stalinist önderliklerin elinde
ardı ardına büyük yaralar alırken, burjuvazinin karşı hamleleri de eksik
olmamış ve nihayetinde burjuvazinin yönetim tarzında değişimler ortaya
çıkmıştır.
Bu değişim
Leninʼi ya da Marxʼı “revize” etmeyi gerektirmiyor, zira içeriğe dair bir
değişim söz konusu değildir. Lenin sosyalizm anlayışını en anlaşılır dille
ifade ettiği Köy Yoksulları kitabında cumhuriyetten ne anlamak
gerektiğini açıkça ifade eder: “Rusya sosyal-demokratları [komünistleri] her
şeyden önce siyasal özgürlük elde etmek için çabalıyorlar. Yeni ve daha
güzel bir toplum olan sosyalist düzen için mücadelede tüm Rusya işçilerini
geniş çaplı bir örgütlenmede, açıktan bir araya getirmek için siyasal özgürlüğe
ihtiyaçları var.” (a.g.e., s. 4.) Cumhuriyet tam da bunun adıdır, yani
siyasal özgürlükler, başka bir deyişle burjuva-demokratik haklardır: Toplantı,
gösteri ve örgütlenme özgürlüğü, bireysel hak ve özgürlükler vb. Savunulması ve
takipçisi olunması gereken soyut “cumhuriyet” değil, burjuva tarihsel
gelişimin ilk aşamasında sadece cumhuriyette cisimleşen bu haklardır
(“proleter devrimini kolaylaştıracak koşullar”dır).
Tarihsel
gelişimin sonraki aşaması bu hakların meşruti monarşilerde, hattâ monarşilerde
de belli bir istikrar göstererek elde edilebildiğini göstermiştir. Örnek
mi? Britanya, İspanya, Hollanda vb. Bu rejimler, örneğin Britanya kendine özgü
bir krallıkla yönetiliyor, ama cumhuriyetle yönetilen Türkiyeʼden çok daha
demokratik bir ülke, İngiliz işçi ve emekçileri hak ve özgürlükler bakımından
daha iyi durumdalar (fakat bunun devrim için daha iyi koşullar olup olmadığı
tartışılır). Şimdi bu gerçekliği görmeden, cumhuriyet yaygarası neden?[13]
Diğer
yandan, Lenin ve Bolşeviklerin bunu öngörmedikleri de söylenemez. Lenin 1919ʼda
şöyle yazar:
Dünyanın bu
en ileri demokrasilerinde, bu cumhuriyetlerde bile emperyalizm her geçen gün
daha da küstahlaşıyor ve bu ülkelerde başka hiçbir yerde olmadığı kadar yırtıcı
av hayvanlarına rastlıyoruz. … Ama kitleler duydukları bütün yalanlara rağmen
tam da bu demokrasilerde savaşın yeni yağmacılık eylemlerine yol açtığını, en
demokratik cumhuriyetin bile borçları ödemek, yani işçilerin birbirlerinin
boğazını kesmelerine izin verecek kadar yüce gönüllü olmaları karşılığında
emperyalist beyzadelere, kapitalistlere ödeme yapmak için yüz milyonlarca
insanın hayatını karartmaya hazır olan en vahşi ve insanlığa düşman gücü
gizleyen bir maskeden başka bir şey olmadığını görüyorlar.[14]
Yani Lenin
için cumhuriyet, burjuvazinin uyutma araçlarından biridir, bir diğer maskedir.
Lenin bu
görüşlerini daha da sistemli hale getirmiş ve ölümünden sonra norm haline
gelecek olan durumu, yani burjuvazinin bir krallık ya da meşruti krallık
rejiminde de kendisi açısından en iyi sistemi bulabileceğini ve bu sistemlerde
de kitlelerin siyasal özgürlüklerden yararlanabileceğini belli açılardan
öngörmüştü. Alman “Bağımsız” Sosyal-Demokrat Partisiʼnin temsilcilerini
gördükleri şeyi görmezden gelmekle suçluyor, emperyalizm çağında cumhuriyetle
monarşiler arasındaki ayrımın silikleştiğini vurguluyordu. Bu yüzden, diyordu,
“işçiler zihinlere demokratik cumhuriyet ve Kurucu Meclis masalı tebelleş
olduğu sürece, kendileri için felakete yol açan savaş uğruna her gün elli
milyon ruble harcanacağının ve kapitalist baskıdan asla kurtulamayacaklarının
şu an tamamen farkındalar.”[15] Ama
bazıları hâlâ farkında değiller!
Yani
cumhuriyet konusunda bazı “sosyalistlerin” kavrayışsızlığı yeni değildir, gayet
eskidir ve somut nedenlere dayanmaktadır: Küçük burjuva solculuğu...
Leninʼin bu
görüşlere daha önce, örneğin Emperyalizm kitabında vardığı da
söylenebilir, zira ora da benzer sözler sarf eder. Fakat burada daha çok
burjuvazinin her iki durumda da benzer şekilde mutlak egemenlik kurduğu
kısmına vurgu vardır. Konumuz bakımından bizi esas ilgilendiren kısım;
burjuvazinin hem cumhuriyet yönetiminde hem de krallıkta kitleleri siyasal
özgürlüklerle uyutabileceğini ve düzene eklemleyebileceğini öğrenmiş ve
göstermiş olmasıdır. Yani tarihsel olarak cumhuriyetle özdeşleştirilen
demokratik haklar pekâlâ monarşi yönetiminde de var olabilmektedir (buradan
ancak biçimsel mantığın esiri olanlar, “o halde cumhuriyet yerine,
krallık-padişahlık rejimi mi isteyelim?” sonucu çıkarabilir). Oysa yirminci
yüzyıla girildiğinde, burjuvazi henüz bunu keşfetmemişti.
Şöyle ki,
burjuvazi için hiçbir siyasi yönetim gökten zembille inmemiştir. Burjuvazi
kendisi için en iyi siyasi yönetimi zaman içinde geliştirmiş, yanlışlardan ve
deneyimlerden dersler çıkartarak ilerlemiştir. Teori çoğu zaman geriden
gelmiştir.
Örneğin
“sosyalist” ya da solcu bakanlarla, hattâ hükümetlerle iş görmek bugün
burjuvazinin en sevdiği yöntemlerden biridir. Ama 1848ʼde buna bir-iki ay bile
sabredememişti. Öyle ki bir çalışma bakanlığı kurma fikrine bile tahammülü
yoktu, üstelik siyasi açıdan en ileri ülke olan Fransaʼda! Burjuvazinin
hamurunda demokratlık olmadığından (bunlar liberallerin uydurmalarıdır) bu
yöntemleri ancak deneye yanıla buldu. Bu yönetim tarzının kendisi açısından ne
kadar yararlı olduğunu ancak yirminci yüzyıl dönemecinde (Millerandcılık ya da
“bakan sosyalizmi”) kavrayacaktı.
Burjuvazi
bunu, kabaca söylersek, İkinci Dünya Savaşı sonrasında elde ettiği[16] geniş ortamda çözmüş ve kapitalizm öncesi artıklardan
kurtulduğu oranda, monarşileri en az cumhuriyetler kadar göstermelik biçimler
haline getirmeyi, yani ehlileştirmeyi başarmıştır.
Sonuç
Tarihsel
kökenlerini bir kenara bırakarak konuşacak olursak, cumhuriyet kapitalizm
çağına özgü bir yönetim biçimidir ve emekçi kitleleri siyasi yaşamdan dışlayan
kapitalizm-öncesi sistemlerden farklı olarak onların siyasi yaşamda belli
derecelerde aktif rol alma haklarını tanımasıyla temayüz eder. Başka
(ama yanlış) bir deyişle, cumhuriyet, halkın kendi kendini yönetimini kıstas
alan ve bunu kendine özgü araçlarla, her şeyden önce de seçimler ve kapsamı
dönemden döneme değişen demokratik haklarla yapan rejimdir.
Cumhuriyet
söz konusu olduğunda “halkın kendi kendini yönetimi” nitelendirmesi, kabaca
söylersek, yirminci yüzyıldan ya da Paris Komünüʼnden önce yanlış bir tanımlama
değildi, çünkü henüz halkın kendi kendini gerçek yönetiminin sovyet ya da komün
gibi yerellere özerklikle merkeziyetçiliğin harikulade bir bileşimi olan
sınıfsal öz-örgütlerle olabileceğini gösteren somut gerçeklik ortaya
çıkmamıştı. Oysa bugün bir yandan “halkın kendini yönetmesi öyle olmaz, böyle
olur” dedirtecek tarihsel örnekler vardır, diğer yandan kapitalizme özgü
mekanizmanın (seçim sandığı ve denetlenemeyen meclis) tam bir aldatmaca olduğu
görülmüştür. Bu açıdan, cumhuriyete halkın kendini yönetimi değil, tam da
Marxʼın yaptığı gibi, “her üç ya da altı yılda bir egemen sınıfın hangi
üyesinin parlamentoda halkı temsil edeceğini ve ezeceğini (ver- und
zertreten) belirle”yen[17] sistem demek daha doğrudur.
Ne var ki,
cumhuriyet diğer açıdan da “halkın kendi kendini yönetimi” olma tekelini
kaybetmiştir, zira krallık rejimleri de bu parlamenter-demokratik yöntemlerden
en az cumhuriyetler kadar, hattâ yer yer onlardan da fazla yararlanabildiğini
ispatlamıştır. Hal böyle olunca, bugün cumhuriyetin mutlak üstünlüğünden
bahsetmek saçmadır. Erdoğan ve AKP diktatörlüğü cumhuriyet olsa da olmasa da
diktatörlüktür.
Bunu
söyledikten sonra, karşımıza hemen “sosyalist cumhuriyet” çıkıyor: “Biz zaten
sosyalist cumhuriyet diyoruz ki”! Burada da, her şey bir tarafa, meselenin (ya
da vurgunun) sosyalizm değil, cumhuriyet olduğunu görmemek için ciddi bir
isteksizlik gerekir. (...)
İşçi sınıfına lazım olan bir cumhuriyet
değil, aşağıdan yukarıya örgütlenmiş, merkeziyetçi öz-örgütlenmelere dayanan
bir işçi devletidir, Leninʼin tabiriyle bir devrimci yarı-devlettir.
Son olarak,
cumhuriyeti böyle aleni ve pis siyasi çıkarlardan ötürü değil, siyasi bilincinin
mevcut düzeyinden ötürü sahiplenen yüzbinlerce insanla kuracağımız ilişkilerde
herhalde atılacak en doğru adım öncelikle sormak olacaktır: “Nedir o
ʻcumhuriyetin kazanımlarıʼ? Cumhuriyetin ilk dönemlerinin hangi kısmına geri
dönmek lazım?” Bu durumda, elle tutulur çok az şey olduğunu, bunların da
birçoğunun “cumhuriyet”i savunarak değil, burjuvazinin bütün ideolojilerinden
bağımsızlaşan devrimci-enternasyonalist bir sınıf mücadelesi perspektifiyle
elde edilebileceğini anlatabiliriz.
5 Kasım 2013
Notlar
[1] Karl Marx, Louis
Bonaparteʼın 18 Brumaireʼi, Sol Yay., 2002, s. 94.
[2] V.İ. Lenin,
Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, 2009, s. 11-12.
[3] K. Marx, “Fransaʼda
İç Savaşʼın İlk Taslağı”, The First International and After.
Political Writings, cilt 3, Penguin Books, 1992, s. 259
[4] K. Marx, Fransaʼda
Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol. Yay.,1988, s. 44.
[5]
Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay., 1999, s. 61 (vurgu bize
ait).
[7] K. Marx,
“Serbest Ticaret Sorunu Üzerine”, Felsefenin Sefaleti içinde, Sol Yay.,
1999, s. 221.
[8] V. İ.
Lenin, Yenilgicilik ve Enternasyonalizm, Agora Kitaplığı, 2009, s. 48.
[9] Engels’ten
aktaran, Lenin, Devlet ve Devrim, s. 11.
[10]
Marx-Engels, Collected Works c. 27, s. 227.
[11] Lenin, Devlet
ve Devrim, s. 18.
[12] V. İ.
Lenin, Köy Yoksullarına, Agora Kitaplığı, 2013, s. 73.
[13] Lenin’in
sözleriyle, “burjuva devletinin tipik özelliklerini taşımayan
monarşiler (sözgelimi herhangi bir askeri kliği olmayan monarşiler) olduğu
gibi, bu açıdan gayet tipik özellikler taşıyan cumhuriyetler (sözgelimi bir
askeri kliği ve bir bürokrasisi olan cumhuriyetler) de vardır. Bu herkesçe
bilinen tarihi ve siyasi bir gerçektir.” (Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky,
Agora Kitaplığı, 2011, s. 13-14.)
[14] V. İ.
Lenin, Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü, Agora Kitaplığı,
2010, s. 80. Örnekler çoğaltılabilir: “Burjuvazi devlet iktidarını,
proletaryaya karşı, bütün emekçi sınıflara karşı kapitalist sınıfın bir aracı
olarak kullanmıştır. En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde durum böyledir.
Yalnızca Marksizme ihanet edenler bunu ʻunutmuşlardırʼ.” (a.g.e., s.
175)
[17] K. Marx, Fransa’da
İç Savaş, Sol Yay., 1991, s. 59.